CAHİLİYE
TOPLUMUNDA İNSAN KARAKTERLERİ
...Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir
Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve
onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola
yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)
HARUN
YAHYA
(ADNAN
OKTAR)
OKUYUCUYA
•Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda
evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her
türlü din aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve
dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın
imanını kaybetmesine ya da kuşkuya düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu
teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek çok önemli bir imani
görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise
zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm
ayrılması uygun görülmüştür.
•Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu
kitapların içeriği ile ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular Kuran
ayetleri doğrultusunda anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve
yaşamaya davet edilmektedirler. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular,
okuyanın aklında hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde
açıklanmaktadır.
•Bu anlatım sırasında kullanılan samimi,
sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça
anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar
"bir solukta okunan kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini
reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda
anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar
edememektedirler.
•Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular
tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de
okunabilir. Bu kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları
birarada okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de
birbirlerine aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
•Bunun yanında, sadece Allah rızası için
yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda bulunmak da büyük
bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve ikna edici yön
son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en etkili yöntem,
bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
•Kitapların arkasına yazarın diğer
eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise önemli sebepleri vardır. Bu sayede
kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan
hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser
olduğunu görecektir. İmani ve siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir
kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
•Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde
görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara,
mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat etmeyen üsluplara, burkuntu
veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
CAHİLİYE
TOPLUMUNDA İNSAN KARAKTERLERİ
HARUN
YAHYA
(ADNAN
OKTAR)
CAHİLİYE
TOPLUMUNDA İNSAN KARAKTERLERİ
...Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir
Kitap geldi. Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve
onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola
yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 15-16)
YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA
Harun Yahya müstear ismini kullanan
yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini
Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim
gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok
eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır. Harun Yahya'nın
eserleri yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir
külliyattır ve bu külliyat 72 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi, inkarcı
düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten, isimlerini
yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar tarafından
kitapların kapağında Resulullah'ın mührünün kullanılmış olmasının sembolik
anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in
Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya
olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve
Resulullah'ın sünnetini kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce
sistemlerinin tüm temel iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen
itirazları tam olarak susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir.
Çok büyük bir hikmet ve kemal sahibi olan Resulullah'ın mührü, bu son sözü
söyleme niyetinin bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak
hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın
varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk
etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler
önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın eserleri
Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan Bosna
Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurtdışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir yanında olağanüstü
takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine, pek çoğunun da
imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan, inceleyen her
kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi üslubun, akılcı
ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki etme, kesin
netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri taşımaktadır. Bu
eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların, artık materyalist
felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin hiçbirini samimi
olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra savunsalar da ancak
duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri dayanakları çürütülmüştür.
Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya Külliyatı karşısında fikren mağlup
olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler, Kuran'ın
hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi bu
eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine
vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında
herhangi bir maddi kazançhedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde
bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan,
hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli
bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri tanıtmak yerine,
insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana getiren, kuşku ve
tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi olmadığı
genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman kaybına neden
olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi gücünü vurgulamaya
yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu
olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve
Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin
açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya üzerindeki
zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel sebebi
dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise, dinsizliğin
fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran ahlakının,
insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır. Dünyanın günden
güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve kargaşa ortamı dikkate
alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili bir biçimde yapılması
gerektiği açıktır. Aksi halde çokgeç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü rolü
üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya
insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
Bu kitapta kullanılan ayetler, Ali
Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe
Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
1. Baskı: Ekim 1999
2. Baskı:Temmuz 2001
3. Baskı: Ağustos 2005
4. Baskı: Ekim 2005
5. Baskı: Şubat 2006
6. Baskı: Temmuz 2006
7. Baskı: Eylül 2009
8. Baskı: Nisan 2011
ARAŞTIRMA YAYINCILIK
- Kayışdağı
Mah. Değirmen Sok. No: 3
- Ataşehir
/ İSTANBUL
- Tel:
(0 216) 6600059
- Baskı:
Seçil Ofset
- 100.
Yıl Mahallesi MAS-SİT Matbaacılar Sitesi
- 4.
Cadde No: 77 Bağcılar-İstanbul Tel: (0 212) 629 06 15
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
İÇİNDEKİLER
YARATILIŞ GERÇEĞİ............................................................ 10
ÖNSÖZ...................................................................................... 33
GİRİŞ......................................................................................... 34
CAHİLİYE TOPLUMUNUN GENEL YAPISI....................... 37
CAHİLİYE TOPLUMUNDA İNSAN KARAKTERLERİ...... 46
CAHİLİYE TOPLUMUNDA MESLEKLERİN
ETKİSİYLE GELİŞEN KARAKTERLER............................... 89
DİĞER CAHİLİYE KARAKTERLERİNDEN ÖRNEKLER 117
NEDEN MUTLU OLAMIYORLAR?.................................... 127
SONSÖZ: KURAN AHLAKINI YAŞAMAYA DAVET...... 134
DARWİNİZM’İN ÇÖKÜŞÜ.................................................. 136
YARATILIŞ GERÇEĞİ
İnsan, etrafında gördüğü herşeyde, kendisine
Allah'ı tanıtacak sayısız delille karşılaşır. Çamurlu topraktan çıkan
rengarenk, hoş kokulu çiçekler, lezzetli sebze ve meyveler, çevremizde sürekli
gördüğümüz birbirinden sevimli, dikkat çekici hayvanlar, bu güzelliklerin algılanmasını
sağlayan duyu organları ve bunlar gibi sayısız deliller... Bunların tümü birer
"iman hakikati"dir. Yani, kişiyi imana götüren ve imanının artmasına
vesile olan gerçekler, yaratılış mucizeleridir. Bu bölümde iman hakikatlerinden
bazı örneklere yer verilmiştir.
www.hayvanlaralemi.net
...Arzda da sizi sarsıntıya uğratır diye
sarsılmaz dağlar bıraktı ve orada her canlıdan türetip yayıverdi. Biz gökten su
indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik. Bu,
Allah'ın yaratmasıdır. şu halde, O'nun dıflında olanların yarattıklarını Bana gösterin...
(Lokman Suresi, 10-11)
Sincap yaşamı için ihtiyaç duyduğu tüm
özelliklerle birlikte yaratılmıştır. Sahip olduğu olağanüstü sevimli görüntü
ise, Allah'ın insanlara sunduğu sayısız güzellikten biridir. Tek bir sincap
bile bu özellikleriyle, kör ve şuursuz tesadüflerin eseri olmadığını, aklı ve
vicdanı olan insanlara açıkça anlatmaktadır.
www.darwinistneleridusunmez.com
Beyaz bir tavşan, yaşadığı karlı ortamlarda
kamufle olabildiğinin farkında olmadan yaşar. Kelebek, kanatlarındaki
simetrinin, desenlerin ve uyumun şuurunda değildir. Ama ikisine bakan akıl
sahibi her insan, bu canlıların zaman içinde, tesadüflerin eseri olarak meydana
gelmiş olamayacağını, her ikisinin de kusursuz bir yaratılışın açık delilleri
olduğunu görebilir.
www.canlilarinevrimi.com
Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar
ve melekler Allah'a secde ederler ve onlar büyüklük taslamazlar. (Nahl Suresi,
49)
www.altinoran.org
Sahip olduğu renkler, desenler ve simetri bir tavus
kuşunu oldukça gösterişli kılar. Ama o, niçin var olduğunu dahi bilemeyen ve
güzellikleri takdir edebilme yeteneği olmayan bir canlıdır. Kuyruğundaki
renkler ve desenlerle, dünyanın en güzel görüntülerinden birini sergileyen bu
varlık, insanların Allah'a şükretmeleri ve Allah'ın yaratış gücünü
görebilmeleri için yaratılmış nimetlerden yalnızca biridir.
www.hayatinkokeni.com
Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve
deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de
Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür,
hüküm ve hikmet sahibidir. (Lokman Suresi, 27)
www.ALLAHvar.com
Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda
sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice
bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle
bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. (Kaf
Suresi, 7-8)
Yavru hayvanlar son derece sevimli bir
görünüme sahiptirler. En vahşi hayvanların bile yavrularında bu sevimlilik ve
cana yakınlık ilk göze çarpan özelliklerdendir. Yüzlerine oranla daha iri olan
gözleri, yuvarlak yüz hatları, yüzlerinde hakim olan şaşkınlık ve teslimiyetle
karışık "bebek" ifadesi sevimliliklerini daha da artırır. Cana yakın
tavırları ile yavru hayvanlar, Allah'ın sanatının tecellilerindendir
Suikastçi böcekler, dış sindirim olarak
bilinen türde beslenirler. Avlarının dokusunu sıvı haline getiren bir zehir
salgılar ve ardından onu emerler. Toksin, hızlı işleyen ve ava birkaç saniye
içinde boyun eğdiren bir yapıya sahiptir. Bazı suikastçi böcekler aktif olarak
avını avlarken, diğerleri beklerler. Bu suikastçi böceğin kanatlarındaki
renkler de korunmuştur.
Günümüzdeki suikastçı böceklerin sahip
oldukları tüm özelliklere, aşağıda resimde görülen fosil gibi 25 milyon yıl
önce yaşayan suikastçı böcekler de sahiptir.
Dönem:
Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25
milyon yıl
Bölge:
Dominik
Cumhuriyeti
25
milyon yıllık
suikastçi
böcek fosili (üstte) .
Yanda
ise, günümüzde yaşayan bir suikastçi böcek görülüyor.
Balon balığı milyonlarca yıldır hiçbir
değişime uğramadan varlığını devam ettirmektedir. 95 milyon yıl önce yaşayan
balon balıklarıyla, bugün yaşayanların tamamen aynı olması, evrimcilerin asla
açıklayamayacakları bir durumdur. Fosillerin gösterdiği gerçek, canlıları Allah'ın
yarattığıdır.
www.evrimbelgeseli.com
Günümüzde
yaşayan balon balığı (yanda) Altta ise 95 milyon yıllık balon balığı fosili.
Dönem:
Mezozoik zaman, Kretase
dönemi
Yaş: 95
milyon yıl
Bölge: Lübnan
Kanatlı karınca türünün 5 - 8 mm uzunluğunda iki
uzun kanadı vardır. Yuvalarını su ve yiyecek kaynaklarına yakın yapan bu
karıncalar milyonlarca yıldır hiçbir değişikliğe uğramamışlardır. 25 milyon
yıllık amber içindeki kanatlı karınca fosili, söz konusu canlıların milyonlarca
yıldır aynı olduklarını, yani evrim geçirmediklerini göstermektedir.
www.harunyahya.net
Dönem:
Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25
milyon yıl
Bölge:
Dominik Cumhuriyeti
Milyonlarca
yıldır var olan günümüz kanatlı karıncası
25 milyon yaşındaki yaban arısı ve kambur
sinek fosili, tüm canlılar gibi böcek türlerinin de evrim geçirmediklerinin
ispatıdır. Bu canlılar milyonlarca yıldır aşağıda görüldüğü gibi günümüzde
yaşayan örnekleriyle tamamen aynıdır, herhangi bir değişikliğe uğramamışlar
yani evrim geçirmemişlerdir.
www.yaratilismuzesi.com
25
milyon yıllık parazitik yaban arısı ve kambur sinek fosili
Kambur
sinek
Yaban
arısı
Kambur
sinek
Yaban
arısı
Alttaki resimde amber içinde fosilleşmiş iki
tane iğnesiz arı fosili görülmektedir. Hemen aşağıda da günümüzde yaşayan iğnesiz
bir arı vardır. Bu canlıların günümüzdeki örnekleriyle, milyonlarca yıl önce
yaşayan örnekleri birbirlerinden farksızdır.
www.yasayanfosiller.com
Dönem:
Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25
milyon yıl
Bölge:
Dominik Cumhuriyeti
25
milyon yıllık iğnesiz arı
25 milyon yıldır hiçbir değişikliğe uğramadan
yaşamlarını sürdüren gal sinekleri ve kanatlı karıncalar, evrim teorisinin
iddialarını yerle bir etmektedir. Resimlerde amber içindegal sineği ve kanatlı
karıncalar ve onların günümüzde yaşayan örnekleri görülmektedir.
www.kuranmucizeleri.org
25
milyon yıllık tatarcık ve kanatlı karınca fosili
Örümcekler yüz milyonlarca yıldır yapılarını
değiştirmeden varlıklarını devam ettiren canlılardan biridir. Burada görülen
amber içindeki örümcek ve ağı 25 milyon yıl yaşındadır. Günümüzde yaşayan
örneklerinden hiçbir farkı olmayan bu canlı, "Biz evrim geçirmedik,
yaratıldık" demektedir.
www.canlilarinevrimi.com
Amber
içinde, 25 milyon yıllık örümcek ve örümcek ağı fosili
Tüm fosiller, canlıların var oldukları günden
itibaren aynı özelliklere sahip olduklarını, zaman içinde değişime uğrayıp
evrim geçirmediklerini göstermektedir. Bu fosillerden biri de, ağaç kabuğu
bitlerinin milyonlarca yıldır aynı olduğunu gösteren 25 milyon yıllık aşağıdaki
amberdir.
Dönem:
Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25
milyon yıl
Bölge:
Dominik Cumhuriyeti
25
milyon yıllık ağaç kabuğu biti fosili (sağda)
Altta
ise günümüzde yaşayan bir ağaç kabuğu biti
.
Alttaki amberde görülen böcek Pyrochroidae
familyasına aittir ve genellikle ateşböceği ya da ateş renkli böcek olarak
bilinir. Bu örnekte ateşböceğinin dişli anteni çok net olarak görülmektedir. Bu
amber parçasının içinde aynı zamanda kırkayak ve örümcek fosili de yer
almaktadır.
Milyonlarca yıldır değişmeden kalan
ateşböcekleri, kırkayaklar ve örümcekler, canlıların başka türlerden aşama
aşama oluşmadıklarını, sahip oldukları tüm özelliklerle birlikte
yaratıldıklarını göstermektedir.
www.evrimmasali.com
Dönem:
Senozoik zaman, Oligosen dönemi
Yaş: 25
milyon yıl
Bölge:
Dominik Cumhuriyeti
25
milyon yıllık ateşböceği, kırkayak ve örümcek fosili
Kırkayak
Günümüzde
yaşayan bir örümcek türü
Ateşböceği
25 milyon yıl yaşındaki kabuk böcekleri, günümüzdekilerle
aynıdır. Milyonlarca yıldır aynı olan bu böcekler, canlıların evrim
geçirmediklerini, yaratıldıklarını gösteren örneklerden biridir.
www.yasayanfosiller.com
Milyonlarca
yıl önce yaşamış olan kabuk böceklerinin günümüzdeki örneklerinden bir farkı
bulunmamaktadır. (yanda)
25
milyon yıllık kabuk böceği fosili (yanda)
Fosiller, canlıların eksiksiz ve kusursuz
yapılarıyla bir anda ortaya çıktıklarını ve var oldukları müddetçe
değişmediklerini göstermektedir. Evrimcilerin açıklayamayacakları örneklerden
biri de, amber içinde 25 milyon yıllık at nalı yengeci böceği fosilidir.
www.altinoran.org
At nalı
yengeci böcekleri, evrime meydan okumaktadır. Altta amber içinde 25 milyon
yaşındaki at nalı yengeci böceği fosili, solda ise günümüzde yaşayan bir örneği
görülmektedir.
CAHİLİYE
TOPLUMUNDA İNSAN KARAKTERLERİ
ÖNSÖZ
Bu kitapta yaşadığınız toplum içinde
karşılaşabileceğiniz çeşitli insan karakterleri tarif edilmiş ve bu
karakterlerin Kuran ahlakına uygun olmayan yönleri açıklanmıştır. Ancak, kitabı
okurken şu önemli hususun unutulmaması gerekir: Kitap içinde yer alan tarifler,
tasvirler ve tanımlamalar elbette o toplum kesimi içinde yer alan herkesi
kapsamamaktadır. Her sosyal tabaka, her meslek grubu, her insan topluluğu
içinde iyi niyetli, vicdan sahibi, sağduyulu insanlar olacağı gibi, kötü ahlak
ve davranışlar gösteren insanlar da olabilir. Bu kitapta da üzerinde durulan
husus, Kuran ahlakına uygun yaşamayan insanların kötü davranış ve
özellikleridir. Ayrıca şunun da unutulmaması gerekir ki, her insan yaşamı
boyunca yaptığı kötülüklerden vazgeçme imkanına sahiptir. Samimi olarak
kötülükten vazgeçen, Allah'a gönülden teslim olan ve Kuran ahlakını yaşamaya
karar veren bir insan, Allah'ın izniyle, Rabbimiz'i bağışlayıcı ve affedici
olarak bulacaktır. Nitekim bu kitabın amaçlarından biri de, söz konusu
insanların içinde bulundukları durumun kötülüklerini fark edip, bu tavırlarını
terk ederek Kuran ahlakına yönelmelerine vesile olmaktır.
GİRİŞ
İnsana yaratılış amacını bildiren, doğruyu
yanlışı gösteren ve hayatın gerçek yönlerini açıklayan, yol göstericimiz
Kuran-ı Kerim'dir. Çünkü Kuran'ı insanları yaratan, onların tek hakimi ve tek
sahibi olan Allah indirmiştir. Dolayısıyla insanın bilmediklerini öğrenebilmesi
ve içerisinde bulunduğu cahillikten kurtulup bilinçlenebilmesi de ancak
Kuran'da ve Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetinde bildirilen din ahlakını tam
olarak yaşamasıyla mümkündür.
Bu önemli gerçeği göz ardı ederek din
ahlakından uzak yaşayan kimseler ise "cahil" bir toplum oluştururlar.
Fakat bu cahillik yaygın olarak kullanılan anlamından tamamen farklıdır. Bu
kimseler görgü, kültür ya da tahsil bakımından kendilerini geliştirmiş kişiler
olabilirler. Ya da bilimin birçok dalında uzmanlaşmış, yüzlerce kitap okumuş,
sayısız buluşta bulunmuş ve hatta bu birikimleriyle yaşadıkları döneme
isimlerini yazdırmış kimseler de olabilirler. Ancak bu insanların ne konumları,
ne birikimleri, ne ürettikleri formüller, ne de okudukları kitaplar içerisinde
bulundukları cehaleti gidermeye yeter. Çünkü söz konusu olan cahillik, bu
kimselerin Yaratıcımız olan Allah'ı tanımamaları, O'nun kudretini gereği gibi
takdir edememeleri, O'nun kendilerinden neler beklediğini, Allah'ın hoşnut
olacağı umulan ahlak ve kişilik yapısının nasıl olması gerektiğini
bilmemelerinden kaynaklanan bir cahilliktir. Bu köklü cehalet onların yaşam
tarzlarından kişilik yapılarına kadar hayatlarının her anında olumsuz
etkilerini gösterir.
Bu cahillikten kurtulmanın tek ve kesin çözümü
ise, Allah'ın insanlara dünya ve ahiret hayatına ait tüm sırları ve gerçekleri
bildirdiği ve bilmediklerini öğrettiği Kuran'a ve Peygamberimiz (sav)'in
sünnetine yönelmeleridir. Aksinde ise, tek bir kaynak, tek bir doğru ve tek bir
din kavramı olmayacağı için, ortaya binlerce batıl inanç ve karakter çıkar. Bu farklı karakterleri
taşıyan insanların her birinin yaşama amaçları, idealleri, ahlak anlayışları,
doğruları, yanlışları ve yaşam tarzları da birbirinden ayrıdır. Bu yapılar
birbirlerine kıyasla o kadar büyük zıtlıklar içerir ki, bu kimselerin birarada
uyumlu bir şekilde yaşayabilmeleri çoğu zaman mümkün olmaz. Herkes kendi
düşüncesinin ve kendi yaşam tarzının doğruluğunu savunur ve başkalarınınkini
eleştirir. Birbirlerini beğenmedikleri ve pek çok noktada çeliştikleri için de
zor bir hayat yaşarlar.
Bu insanlar için tek çözüm ise başta da
belirtildiği gibi, din ahlakının sunduğu güzel hayatı yaşamaktır. Çünkü insanı
yaratan Allah, yine onun en ideal hayatı yaşayabileceği ve herşeyden en çok
zevki alabileceği sistemi Kuran'da bildirmiştir.
İşte bu kitabın amacı da cahiliye toplumunun
ürettiği yaşam tarzlarından ve karakterlerden belli başlı örnekleri
inceleyerek, bu sistemin tüm şekillerinin kesin olarak "açmazda"
olduğunu ortaya koymaktır. Ayrıca cahiliye toplumunu oluşturan insanların
yaşadıkları klasik karakterlerle aradıkları huzur ve mutluluğa hiçbir şekilde
ulaşamadıklarını göstermektir.
Bunun yanı sıra kitapta, Kuran'da bildirilen
mümin karakterinin, cahiliye toplumunun ortaya çıkarttığı binlerce karakterin
hepsinin üstünde olduğu tarif edilecek ve yine müminin yaşadığı hayatın,
cahiliye sistemlerindekinin tam aksine ne denli mükemmel olduğu ortaya
koyulacaktır.
CAHİLİYE TOPLUMUNUN
GENEL YAPISI
CAHİLİYE TOPLUMUNU KİMLER OLUŞTURUR?
Cahiliye kavramı, "cahil"
kelimesinden türeyen ve Kuran'da bildirilen anlamıyla Allah'ı gereği gibi
tanımayan, O'nun sonsuz gücünü ve sıfatlarını gereği gibi takdir edemeyen,
İslam dininde var olan doğrulardan, insanlara sunduğu üstün ahlak ve karakter
yapısından, manevi değerlerden habersiz olan toplumları tanımlar. Din ahlakının
gerçek anlamda yaşanmadığı her topluluk "cahiliye toplumu" olarak
nitelendirilebilir. Bu tarz topluluklar ilk bakışta birbirlerinden tamamen
farklı ve zıt yapılar sergileyebilirler. Bu gibi kişilerin giyim tarzları,
alışkanlıkları, zevkleri ve konuşma üslupları kendilerine has olabilir. Ancak
temel felsefeleri ve inançları ortaktır. Bu toplulukların her biri, Allah'ın
dinini görmezlikten gelen ve herşeyi yaratanın Allah olduğunu anladıkları
halde, O'nun belirlediği şekilde yaşamayan insanlardan oluşur. Bu insanlar
Allah'ın dinini unutup yerine kendi batıl dinlerini oluşturmuşlardır. Bu batıl
dinler temellerini Allah sevgisi yerine dünya sevgisi üzerine kurmuşlardır.
Allah'ın rızasını kazanmak yerine insanların beğenilerini ve takdirlerini kazanmaya
çabalarlar. Allah'a şükretmek ve yalnızca O'ndan yardım dilemek yerine,
insanlara minnet duyup onlara bağımlı tavırlar geliştirirler. Yine tüm gücün
tek sahibinin Allah olduğunu unutarak, yalnızca O'ndan korkmak yerine
insanlardan ve onların koydukları kurallardan korkar olmuşlardır.
Ancak cahiliye toplumu denince akla sadece
Kuran ahlakından tamamen habersiz insanlar gelmemelidir. Bu insanların bir
kısmı hak dini çok yakından tanıdıkları halde yine de içerisine düştükleri bu
cehaletten çıkamazlar. Bu kimseler Allah'ın emrettiği bazı ibadetleri
uyguladıkları halde, Kuran ahlakını ve mümin karakterini yaşamaya yanaşmazlar.
Bunun nedenleri ise bu kimselerin temelde kalplerini Allah'a bağlamamış
olmaları ve bilinçaltlarında ahiretten kuşku içinde olmalarıdır. Dünyaya
duydukları sevgi, Kuran dışı karakterler geliştirmelerine ve din ahlakını
tanıdıkları halde cahiliye toplumunun cehaletinden kurtulamamalarına sebep
olur.
Dünyanın dört bir yanında birbirinden
tamamen bağımsız ve birbirlerine tamamen zıt bakış açıları içerisinde yaşayan
bu topluluklarda, ortak bir yaşam ve bir inanç şekli gözlenmektedir. Bu nedenle
cahiliye toplumunda
Yaşayan insan karakterlerine değinmeden
önce, bu farklı karakterlerin altında yatan ortak felsefeyi ve ortak
Felsefeyi ve ortak batıl inançları
incelemekte fayda vardır.
CAHİLİYE TOPLUMUNUN YAŞAMA AMACI VE
İDEALLERİ
Cahiliye toplumunun geneline yön veren ortak
amaç vardır; dünya hayatından ,sınır tanımında maksimum oranda fayda
edebilmek…Dünyanın her neresine gidilsin, bu ortak amaçtan sapılmadığı, zengin
fakir, köylü şehirli, büyük küçük demeden cahiliye toplumunun her üyesinin bu
ideal doğrultusunda hareket ettiği görülür.Çünkü cahiliyenin çarpık inancına
göre hayat ölümle sınırlıdır. Oldukça kısa olan ve hızla gelip geçen bu hayatı dünya
standartlarına gore en iyi şekilde değerlendirmek ise bu insanların inançlarına
en uygun olan davranış şeklidir.
Oysa bu tamamen batıl
bir inançtır. Çünkü dünya hayatı bir imtihan ortamı olarak yaratılmıştır. Allah
dünya hayatını insanlara özellikle çekici gelecek şekilde yaratmış ve pek çok
nimetle süslemiştir. İnsanların kimisi bu güzelliklerin Allah'tan olduğunu
bilecek ve bu geçici nimetleri O'na şükrederek kullanacak, asıl amacı ise dünya
hayatında Allah'ın hoşnutluğunu kazanacağı işler yaparak ahireti kazanmak
olacaktır. Kimi insanlar da dünya hayatının bu sahte süslerine aldanacak ve tüm
bunların Allah'tan olduğunu unutarak ahiret hayatını göz ardı edecektir.
İşte cahiliye toplumu, bu ikinci alternatifi
seçip tüm ideallerini sadece dünya hayatı üzerine kuran kimselerden oluşur. Söz
konusu kişilerin ileriye yönelik planlarının hiçbirine ahiret hayatı dahil
değildir. Allah onların bu tercihlerinin sebebini ise bir ayette şöyle
açıklamıştır:
Bu, onların dünya hayatını ahirete
göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da inkar eden bir
topluluğu hidayete erdirmemesi nedeniyledir. (Nahl Suresi, 107)
Ayette de bildirildiği gibi, dünya hayatı bu
insanları aldatır ve daha sevimli görünür. Allah'ın insanlara bir nimet ve bir
deneme olarak yarattığı tüm imkanlar cahiliye insanlarını kandırır. Ve onlar da
Allah'a karşı yükümlü oldukları sorumlulukları unutarak bu hayata dalıp
giderler.
Cahiliye insanlarını bu şekilde tutkuyla
oyalayarak gaflete sürükleyen konular ise belli başlıdır. İyi bir hayat
yaşayabilmek, zengin olabilmek, itibar ve mevki edinip toplumda saygın bir yere
gelmek, iyi bir evlilik yapıp övünebilecek çocuklara sahip olmak… İşte cahiliye
insanının sonsuz ahiret hayatına tercih ettiği konular bunlara benzerdir.
Elbette tüm bunlar her insanın dünyada sahip
olmak isteyeceği meşru nimetlerdir. Ancak cahiliye insanının burada içerisine
düştüğü büyük bir yanılgı vardır. Bu gibi kişiler, tüm bunların gerçek
sahibinin sadece Allah olduğunu, bu nimetleri Kendisi'ne şükrederek kullanmaları
için verdiğini ve asıl hedeflenmesi gereken hayatın ahiret olduğunu unuturlar.
Cahiliye insanlarının bu gerçeklerden uzak
yaşamaları ise, onlara basit ve sıradan bir dünya oluşturur. Dünya üzerindeki
birçok insan bu belli başlı birkaç idealin peşindedir. Herkesten daha üstün
olabilmek, daha fazla para kazanabilmek ve dünyadan daha fazla yararlanabilmek
için çoğu zaman pek çok ahlaki ve insani özelliklerinden rahatlıkla taviz
verebilirler. Bu da onlara sandıkları gibi iyi bir hayat değil, aksine zor bir
hayat getirir. Ellerinde dünya hayatında değer gören ne kadar çok nimet olursa
olsun, geliştirdikleri bu kötü karakter nedeniyle bu nimetlerden umdukları
zevki alamaz ve bunları kendi lehlerinde kullanamazlar. İçerisine düştükleri
çıkar savaşı bunu engeller. Nimetlerin sadece kendilerine ait olmasını isterler
ve bu konuda delice bir hırsa kapılırlar. Bu da onlara ellerindekiyle
yetinemeyen tatminsiz bir karakter getirir.
Bu hırs ve yarış içerisinde dünya hayatının
nimetlerinden daha da fazla istifade edebilmek için koşuştururlarken, yavaş
yavaş hastalıklarla ve yaşlılık alametleriyle karşılaşmaya başlar ve bir süre
sonra ölüm gerçeği ile yüzleşirler. Bu aşamadan sonra ise dünyadakinin aksine,
para, mevki ve itibar gibi kavramların hiçbir işe yaramayacağı ve sadece
Allah'ın rızasını kazanmak için harcanan çabaların karşılık göreceği ahiret
hayatı ile karşılaşırlar. Ayetlerde bu gerçek ile karşılaştıklarında, hayatları
boyunca Allah'a yönelmeyi göz ardı edenlerin ebedi pişmanlıklarından şöyle
bahsedilir:
O inkar edenler Müslüman olmayı
nice kereler dileyecekler. Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları
(boş) emel oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)
CAHİLİYE TOPLUMUNUN ALLAH İNANCI
Cahiliye toplumunu oluşturan insanların
tümünün yaşam stili ve dünyaya bakış açıları bir değildir. Aralarında din
ahlakını hiç bilmeyen insanlar olduğu gibi, din ahlakını tanıyan ve Allah'ın
pek çok hükmünden haberdar olan insanlar da vardır. Hatta bunların büyük bir
çoğunluğu da kendilerine sorulduğu zaman Allah'a inandıklarını söylerler:
De ki: "Eğer biliyorsanız
(söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek
misiniz?" De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi
kimdir?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de
sakınmayacak mısınız?" De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) herşeyin
melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi
korunmuyor." "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse
nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?" Hayır, Biz onlara hakkı getirdik,
ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)
Ancak bu kimseler dilleriyle tasdik ettikleri
bu gerçeği kalpleriyle reddederler. Bu nedenle de Allah'a gerçek anlamda iman
edip O'nun beğendiği gibi bir hayat sürmezler. Allah'ın rızasını kazanacak
işler yapmak yerine kendi isteklerini tatmin etmek için yaşarlar. Ağızlarıyla
iman ettiklerini söylemeleri ise vicdanlarının açıkça bu gerçeği görmesi
nedeniyledir. Dünya üzerinde baktıkları her yerde, yaptıkları her araştırmada,
buldukları her yeni detayda kendilerine ait olmayan üstün bir akılla
karşılaşırlar. Dünyadaki hiçbir şeyin tesadüf eseri ortaya çıkmış
olamayacağını, en ince detayına kadar her varlığı üstün bir Yaratıcı olan
Allah'ın yaratmış olduğunu anlarlar. Tüm olayların sadece Allah'ın kudreti ve
hakimiyeti altında yürütüldüğünü açıkça görürler. Bu nedenle de vicdanen
Allah'ın varlığını tasdik ederler. Ama buna rağmen din ahlakını yaşamaya
yanaşmamalarının nedeni ise Kuran'da şöyle açıklanmıştır:
Vicdanları kabul ettiği halde,
zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların
nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)
Cahiliye toplumundaki insanların bir kısmı da
Allah'ı açıkça inkar etmeye kalkışır. Onlar da içinde yaşadıkları evrendeki
kusursuz düzenin rastlantılar sonucu ortaya çıkamayacağını bilir. Fakat bu
kimseler vicdanlarını tamamen kapatmışlardır. Bu konuda kendileri için
geliştirdikleri çözüm ise Allah'ın varlığının delillerini görmezlikten gelmeye
ve düşünmemeye çalışmaktır. Onları her zaman doğruya yöneltmeye çalışan
vicdanlarını susturabilmek için de birtakım mazeretler öne sürerler. Fakat bu
mazeretlerinin hiçbir açıklaması yoktur. Bunlar sadece inkarlarına bir kılıf
bulmaya yöneliktir.
CAHİLİYE TOPLUMUNUN ÖLÜM VE
AHİRET İNANCI
Cahiliye toplumunun büyük bir çoğunluğu
ahiretin varlığından haberdar olduğu halde, düşünmeyerek bu gerçekten
kendilerince kaçmaya çalışırlar. Bu kimseler dünya hayatının geçiciliğini de
görmezden gelirler. Çünkü cahiliye inancının temeli dünyadaki yaşantı üzerine
kuruludur. Kişilerin tüm idealleri, istekleri sadece dünyaya yöneliktir ve buna
bağlı olarak tatmin buldukları şey de yine dünyaya yönelik menfaatlerdir.
Dünyaya olan bu bağlılıkları nedeniyle, buradaki yaşamı sanki hiç son
bulmayacakmış gibi değerlendirirler. Ayette "... Öyle ki, ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun
geldi..." (Enbiya Suresi, 44) ifadesiyle belirtildiği gibi, ölümün
varlığına inanmak istemez ve dolayısıyla da ahireti hiç akıllarına getirmezler.
Çünkü ahireti düşünmek, dünyaya büyük bir hırsla bağlanmalarına izin
vermeyecektir.
Oysa, "Bu
dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir
oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi"
(Ankebut Suresi, 64) ayeti ile Allah, dünya hayatının "tutkulu bir
oyalanmadan" ibaret olduğunu ve asıl hayatın ahiret olduğunu
bildirmektedir. Nitekim dünya hayatının bir oyalanma olduğunu cahiliye toplumu
insanları da bilirler.
Ancak buna rağmen akılcı bir kıyas yaparak
samimi düşünmeye de yanaşmazlar. Ahirete iman etmekle kayıp içerisine
girmeyeceklerini aksine kazançlı çıkacaklarını anlamak istemezler. Çünkü
ahirete iman ettiklerinde, dünyadaki nimetlerden mahrum kalmayacaklardır.
Aksine tüm bunlardan en güzel şekilde istifade edebilecekleri gibi, Allah'ın
hoşnutluğunu ve sonsuz cenneti kazanmayı da umabileceklerdir. Ve cennette,
bıkma, usanma ya da monotonluk gibi kavramların yaratılmadığı, sonsuz
güzellikteki, sonsuz çeşitlilikteki nimetler içerisinde, sonsuz bir hayat
yaşayacaklardır. Yani ahireti isteyen kimseler hem dünyayı hem de ahireti
kazanmış olacaklardır. Ama sadece dünyaya razı olanlar, ahireti kesin olarak
kaybedeceklerdir:
... O, dünyayı kaybetmiştir,
ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)
Böyle bir kıyas yapıldığında ise hangisinin
kayıp hangisinin kazanç olduğu son derece açık olarak görülecektir. Ama
cahiliye toplumu insanları gereği gibi düşünmedikleri için bu gerçekleri
kavramakta zorlanırlar. Çünkü onların yüzeysel bakış açılarına göre dünya
halihazırda ellerinin altındadır, ahirete ise kesin bir inanışla inanmadıkları
için tereddüt ederler. Allah Kuran'da cahiliyenin bu tereddütüne şöyle cevap
verildiğini bildirmektedir:
Size verilen herhangi bir şey,
dünya hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah Katında olan ise,
daha hayırlı ve daha süreklidir... (Şura Suresi, 36...
Onlar ise dünya hayatına
sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici)
bir meta'dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)
Ancak cahiliye insanları sırf dünyaya olan
bağlılıklarından vazgeçmemek için ayetlerde açıklanan bu gerçeği düşünmek
istemezler. Aksine kendilerini kandırabilmek ve vicdanlarını rahatlatabilmek
için çarpık mantıklar öne sürerler. Tarih boyunca her peygamber gönderildiği
topluluğa ahiret hayatının, cennetin ve cehennemin varlığını bildirerek henüz
vakitleri varken onları uyarmıştır. Ancak bu insanların çoğu, elçilerin
uyarılarına kulak vermemiş ve ayetlerde bildirildiği üzere, "çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim
diriltecekmiş?" (Yasin Suresi, 79), "...biz yer (toprağın için)
de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış
olacağız?..." (Secde Suresi, 10) ya da "... öldüğümüz, bir toprak ve bir kemik olduğumuz zaman, gerçekten
biz mi diriltilecek mişiz? Andolsun, bu tehdit bize ve bizden önceki
atalarımıza yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey
değildir." (Müminun Suresi, 82-83) şeklinde tepkiler vererek ahiretin
varlığını reddetmişlerdir. Allah onların bu inkarlarına şöyle cevap vermiştir:
De ki: "Onları, ilk defa
yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Surcesi, 79)
Gökleri ve yeri yaratan, onların
bir benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette (öyledir); O, yaratandır, bilendir.
Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da
hemen oluverir. (Yasin Suresi, 81-82)
Görüldüğü gibi, cahiliye insanları inansalar
da inanmasalar da cennet ve cehennemin varlığı inkar edilemez bir gerçektir.
İnanmamakla kendi kendilerini ciddi anlamda aldatırlar. Bu açık gerçekle
karşılaştıklarında ise, artık herşeyin farkındadırlar:
İnkar edenler ateşe sunulacakları
gün, (onlara şöyle denir:) "Bu gerçek değil miymiş?" Onlar:
"Rabbimize andolsun, evet (öyledir)" derler. (Allah da:)
"Öyleyse inkar ettiklerinizden dolayı azabı tadın" dedi. (Ahkaf
Suresi, 34)
CAHİLİYE TOPLUMUNDA
İNSAN KARAKTERLERİ
Cahiliye toplumu bireylerinin Kuran ahlakından
uzak bir hayat sürmeleri, onları hayatlarının her safhasında büyük yanılgılara
ve zorluklara sürükler. Bu yanılgılardan en şiddetlisini ise kuşku yok ki kendi
üzerlerinde yaşarlar. Çarpık mantık örgüleri ve Kuran'a uymayan
değerlendirmeleri nedeniyle bu toplumda gelişen karakterlerin hiçbiri huzura ve
mutluluğa ulaşamaz.
Cahiliye insanlarının daha çocukluk
yıllarından itibaren kendilerine model olarak seçtikleri birileri mutlaka
vardır. Büyüdüklerinde hep onlar gibi olmayı hedefler, onların tavırlarını ve
yaşam tarzlarını taklit etmeyi akıllarına koyarlar. Bu, kimi zaman anneleri
babaları, ablaları ya da ağabeyleri, kimi zaman da yakın çevrelerinden
tanıdıkları bir ahbapları, komşuları ya da televizyon kanalından görüp
beğendikleri biri olabilir. Özenilen bu kimlik, kişinin yaşadığı ortama, hayat
şartlarına, semte ve kültür düzeyine göre farklılıklar gösterir. Kimi en
mükemmel yaşam biçiminin asi ve sorumsuz bir yapı ile elde edileceğine
inanırken, kimisi de yine çevresinden aldığı telkinlerle en geçerli kişilik
yapısının ancak kibirli ve soğuk bir yapı gösterilerek elde edilebileceğine
inanır.
Ama özendikleri bu modele ulaştıklarında
olayın hiç de dıştan göründüğü gibi olmadığını anlarlar. Bundan sonra da tüm
yaşamlarını gerçek anlamda ruhlarını tatmin eden bir hayatı aramakla
geçirirler. Ama bu arayışın sonu gelmez. Yaşları ilerleyip, hayat şartları ve
çevreleri değiştikçe, özendikleri kimlikler de değişir. Moda olan her stilden,
ortaya atılan her yeni akımdan etkilenir ve aradıkları huzuru bir ihtimal bu
karakterlerde bulabileceklerini umarak bunları da bir bir denerler. Cahiliye
insanlarının yaşadığı bu kimlik arayışı ölümlerine dek sürer. Ama bir türlü
rahat ettikleri ve yaratılışlarına uygun olan karakteri ve yaşam tarzını
bulamazlar. Çünkü denedikleri her sistem, yine ancak cahiliye inancının bir
ürünüdür.
Kimileri de belli bir yaştan sonra, belirli
bir karakteri muhafaza ederler. Ama bu, onların aradıkları modeli bulup mutlu
bir hayat yaşamalarından kaynaklanmaz. Aksine sorunun cahiliye sistemi
içerisinde çözümsüz olduğunu anlayıp, durumlarını kabul etmelerinden
kaynaklanır.
İşte ilerleyen sayfalarda cahiliye
toplumlarında hakim olan bu karakterler genel anlamda sınıflandırılarak
tanıtılmaya çalışılacak ve bu kimselerin nasıl zor bir hayat yaşadıkları ortaya
konulacaktır. Bu önemli gerçek vurgulanırken, bir yandan da açmazda olan cahiliye
karakterleri ile mümin karakteri arasındaki büyük fark görülecektir. Böylece
cahiliye sistemini yaşayan insanların her ne yolu denerlerse denesinler büyük
bir "kayıp" içerisinde
oldukları ve bu kayıptan kurtulmalarının tek çözümünün mümin ahlakını yaşamak
olduğu bir kez daha hatırlatılacaktır.
Ancak bundan önce önemli bir noktayı
hatırlatmakta fayda vardır: Burada ortaya konulan insan karakterleri cahiliye
toplumlarının genel ortalamasını temsil etmektedir. Elbette ki toplumda çeşitli
sebeplerden dolayı bu genellemelere uygunluk göstermeyen istisna kişiler de
vardır. Böyle kişiler belirli şartlar altında olup da, o şartların gerektirdiği
karakter yapısının hiçbir özelliğini taşımayabilirler. Bu nedenle cahiliye
insanlarının tümünün bu anlatılan karakterleri benimsediğini söyleyemeyiz.
Burada asıl dikkat çekilmek istenen de bireyler değil, toplumun geneline hakim
olan ve cahiliye sisteminin çarpıklığını ifade eden karakter yapılarıdır.
CAHİLİYE TOPLUMUNDA
KADIN KARAKTERLERİ
Cahiliye toplumunda adı konulmayan ama
sessizce tüm insanları yönlendiren bir güç vardır. Bu gibi toplumlarda yaşayan
insanların birçoğu doğduğu andan itibaren kendisini bu yönlendiriciye teslim
eder ve tüm hayatını onun belirlediği şartlar doğrultusunda düzenler. Bu güç
cahiliye insanına öylesine hakimdir ki, çoğu zaman insanlar kendi istekleri ve
beklentilerine ters düştüğü halde, yine de onun kurallarının dışına çıkmaz ve
her ne olursa olsun, ona karşı sadakat gösterirler.
Peki cahiliye insanlarını bu denli sıkı
bağlarla kendisine bağlayan ve kayıtsız şartsız yönlendirebilen bu güç nedir?
Bu, başta da belirtildiği gibi, adı
konulmamış, ama cahiliye insanlarının kendi aralarında "gelenek" şeklinde ifade ettikleri batıl kurallar
bütünüdür. Bu kuralları kimin belirlediği, bunların doğru ya da geçerli olup
olmadığı ise meçhuldür. Kimse kolay kolay bu kuralları sorgulamaya ya da
değiştirmeye cesaret edemez. Böyle bir işe kalkışana da iyi bir gözle bakılmaz
ve çoğu zaman da kuralları çiğnediği, düzeni bozduğu düşünülen kişilere karşı
tavır alınır.
Şiddetle benimsedikleri ve sımsıkı bir bağ ile
bağlandıkları bu kuralların yanlış olabileceği kendilerine anlatılmak
istendiğinde ise tüm bunların kendilerine önceki nesillerden miras kaldığı,
dolayısıyla da vazgeçilmez olduğu cevabını verirler. Neyi neden yaptıklarının
sorgulamasını yapmak onlara göre gereksiz bir girişimdir, çünkü onlar
öncekilerden öyle görmüşlerdir. Cahiliye toplumunun bu çarpık bakış açısını
ifade eden ayetlerden biri şöyledir:
Ne zaman onlara: "Allah'ın
indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının
aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)
Cahiliye toplumunda her insanın yaşaması
gereken karakter ve yaşam tarzı bu batıl ve kalıpçı gelenekler doğrultusunda
önceden belirlenmiştir. Sözgelimi çocuk, daha olgun bir karaktere sahip olsa
da, çocuk gibi davranmalıdır. Kendisinden beklenen tavırlar, konuşmalar, günlük
yaşayış şekli bellidir. Bunların aksine bir davranış ise yadırganır.
"Kadın
karakteri" de aynı şekilde kadınlar için
toplum tarafından seçilip beğenilen özelliklerden oluşur. Cahiliye toplumu
kadınları bu kimliği kabul etmiş ve bu ana karakter içerisinde alt karakterler
geliştirmenin ötesine gidememişlerdir. Oysaki cahiliyenin belirlediği kadın
karakteri baştan sona çarpıklıklarla doludur.
Bu çarpıklıklardan en önemlisi kuşku yok ki,
kadının beden olarak erkekten güçsüz olması nedeniyle, karakter olarak da zayıf
olması gerektiği şeklindeki inançlarıdır. Kız çocuklarını, daha çok küçük
yaşlardan itibaren bu telkinle yetiştirirler. Cahiliye toplumunun kendilerine
uygun gördüğü karakteri sorgusuz sualsiz kabul eden kadınlar da bu telkinin
etkisiyle zayıf bir kişiliğe bürünürler. Kendilerini, asla bir erkek gibi güçlü
ve dayanıklı olamayacaklarına inandırmışlardır. Kadınların büyük çoğunluğu
hiçbir zaman için sığınılan, koruyan, kollayan konumunda olmayı düşünmemişler,
çocukluklarından itibaren her zaman kollanan, korunan ve bakılan bir kişilik
göstermişlerdir. Bu zayıf karakterin getirdiği duygusallık, ağlama, küsme gibi
Kuran ahlakından uzak tavırları uygulamayı makul karşılamışlardır. Bu karakter
cahiliye toplumunda son derece doğal karşılanan bir yapı haline gelmiştir. Bazı
kadınlar kendilerine uygun görülen bu modeli, bu kişiliğin kötü yönlerini ve
kendi yaşamlarına getirdiği kayıpları hiç hesaba katmadan ve dolayısıyla
kendilerini geliştirme gereği duymadan benimsemişlerdir.
Cahiliye toplumunun bu karmaşık sisteminin
yanında Kuran'da tarif edilen yol ise en sade, en kolay ve en mükemmel
olanıdır. Mümin olan bir kimse için kadın ya da erkek karakteri gibi bir ayrım
söz konusu değildir. Bu nedenle kadın, kadın kimliğinden önce Müslüman
kimliğini taşır. Karakterini cinsiyetine göre değil, Kuran'da Allah'ın
bildirdiği ahlaka göre belirler. Kuran'da tek bir mümin karakteri tarif edilir.
Kadın ya da erkek her insan Allah'ın emrettiği bu ahlak ve kişiliği yaşamakla
yükümlüdür. Bu bilinç ile yaşayan mümin bir kadın da güçlü, dengeli ve üstün
bir karaktere sahip olur.
Mümin kadının bu karakteri ile, cahiliye
geleneklerinin etkisinde gelişen "kadın karakterleri"
kıyaslandığında, Kuran'da tarif edilen ahlakla şekillenen bu üstün kişiliğin
farkı açıkça ortaya çıkar.
Cahiliyede Ev Kadını Karakteri
Cahiliye toplumunun atalarından miras aldığı
ve titizlikle uyguladığı karakterlerin başında "ev kadını karakteri" gelir. Bu karakter toplumun
neredeyse hemen hepsi tarafından çok iyi bilinmekte ve hangi kültüre dahil
olursa olsun dünyanın dört bir yanındaki kadınların büyük çoğunluğu tarafından
uygulanmaktadır.
Bu karakter neredeyse her kız çocuğunun,
çocukluk yıllarından itibaren özendiği ve bir gün mutlaka yaşamak istediği bir
modeldir. Bu konuda onlara örnek teşkil eden en yakın insan da anneleridir.
Annelerini ve çevrelerindeki diğer kadınları gözlemlemeleri sonucunda, yetişkin
bir kadının nasıl bir kişilik sergileyeceği, hayatını hangi idealler üzerine
kuracağı ya da günlerini nasıl geçireceği konusunda çocukların akıllarında
yavaş yavaş bir model şekillenmeye başlar. İyi bir evlilik yapabilmek, güzel
bir ev sahibi olup, sağlıklı çocuklar dünyaya getirmek, bir yandan akraba ve
arkadaş ziyaretleri, kadın kadına yapılan çay toplantıları bir yandan
çocukların yetiştirilmesi, alışveriş, ev temizliği, ve benzeri işler bu modelin
temel karakter yapısını oluşturur. Elbette bir insanın iyi bir evlilik yapması,
iyi bir aile hayatına sahip olması bir güzellik ve nimettir, müminler de bu
nimete sahip olmak isterler. Ancak burada yanlış olan Allah'ın bildirdiği
ahlakı ve tavrı benimsemeden, büyük bir dünyevi hırsla bunlara sahip olma
tutkusudur.
Dünyaya dair henüz pek birşey bilmeyen
çocuklar tüm bu uğraşıların bir kadın için olabilecek en ideal hayatı
oluşturduğunu sanırlar. Ve herhangi bir sorgulamaya tabi tutmadan ileride
mutlaka bu hayatı yaşama konusunda kararlarını verirler. Nitekim bu kararlarını
uygularlar da.
Bir insanın eviyle ilgilenmesi elbette ki kötü
ya da kınanacak bir davranış değildir. Ancak insanın tüm dünyasının sadece dört
duvarla sınırlı olması ve ideallerinin, zevklerinin, alışkanlıklarının,
sorunlarının ve ufkunun da yine aynı dört duvar arasına sıkışmış olması ve
yaşamının Kuran'da bildirilen gerçek amacını unutması yanlıştır. Nitekim bu
kimseler yaşadıkları mekan ile birlikte düşüncelerini de sınırlar ve küçük bir
dünyada yaşamaya başlarlar. Küçük hedefleri, küçük amaçları, küçük
beklentileri, küçük hesapları olur. Kuran'da tarif edilen, Allah'a karşı kulluk
görevini en iyi biçimde yerine getiren, Allah'ın hoşnutluğunu kazandıracağı
umulan tavır ve davranışların en çoğunu yapmayı hedefleyen, sürekli Allah'a
yönelip dönen, devamlı ahiret yurdunu anan müminlerden tamamen uzak bir
karaktere sahip olurlar.
Cahiliye toplumundaki ev kadını modelinde, en
önemli konular; kendileri, aileleri, çocukları ve geleceğe yönelik planlarıdır.
Orta halli bir ailede bu planlar kira ödemekten kurtulup ev sahibi olmak,
elektrik, su faturasını ya da çocuklarının okul masraflarını karşılayabilmek,
hatta belki bir gün bir araba sahibi olmak ya da evin eşyalarını yenilemek
olabilir. Ancak daha iyi şartlarda yaşayan bir ev kadınının idealleri de en az
bunlar kadar sınırlıdır. Bu kimselerin planları da yine aynı şekilde evleri,
aileleri ya da çocukları üzerine kurulmuştur. Arkadaşları arasında evinin
güzelliğiyle, çocuklarının hangi kolejlerde okuduklarıyla ya da eşlerinin
kendilerine aldığı arabayla sükse yapabilmek, bu kimselerin hayatlarına anlam
katan en önemli konulardır. Tekrar belirtmek gerekir ki, burada sayılanların
tümü elbette ki gerekli işlerdir, ancak
cahiliye kadınlarının hatası, sıralanan bu birkaç küçük zevk dışında yüksek bir
ideal edinmemiş olmalarıdır. Yoksa yaşadıkları bu hayatı yüksek bir ruh ve
büyük idealler üzerine kurmuş olsalar, hatta aynı şartlarda dahi bulunsalar bu
karakterde sıkışıp kalmazlar. Bunun en güzel örneklerini mümin kadınlarda
görmek mümkündür.
Allah'a iman eden bir insanın kadın olsun,
erkek olsun ufku geniş, idealleri büyüktür. Mümin karakterini taşıyan bir kadın
sadece evinin, ailesinin ya da akrabalarının değil, tüm dünyanın sorumluluğunu
üstlenmiştir. Gerektiğinde o da dört duvar arasında oturabilir, ev işi yapıp
arkadaş toplantıları düzenleyebilir, ama düşüncelerini, hedeflerini ya da
yükümlülüklerini asla bu mekan ile sınırlamaz. Küçük hedeflerin peşinden koşan
küçük bir insan olmayı kesinlikle kendisine yakıştırmaz ve kabullenmez.
Oturduğu yerden tüm dünyanın sorunlarına çözümler arar, fikirler geliştirir,
kilitlenen noktaların açılmasını sağlar ve en önemlisi de tüm bunlardan kalıcı
sonuçlar elde eder.
Toplumun kendisi için belirlediği modelde
takılıp kalan ve bundan öteye gitmeyi hedeflemeyen cahiliyedeki ev kadını
hayatını kendisi için çizilen sınırlar içerisinde geçirir. Bunun en önemli
sebeplerinden biri dünyanın yaşanacak tek yer olduğunu zannetmesi, ahiretin ve
Allah'a hesap vereceği günün yaklaşmakta olduğunu göz ardı etmesidir. Elbette
ölümden sonrasını düşünmeyen bir insanın tüm yaşamı da bu kısa dünya hayatına
yönelik çıkarlar elde etme çabası içinde geçer. Ve böyle bir insan çevresindeki
kişilerin belirlediği kuralların dışına çıkmadan yaşamaya çalışır. Allah'ın
rızasını değil, çevresindeki yüzlerce insanın rızasını arar. İşte bunun sonucu
da, cahiliyenin ilkel yaşam tarzıdır. Bu yaşam tarzının temel prensipleri ise
belli başlı şeylerden oluşur.
Neden ev kadını olmaya özeniyorlar?
Ev kadını denince herkesin gözünde belli bir
insan tipi canlanır. Sabahları erkenden kalkıp, kocasını ve çocuğunu uğurlayan,
evi toplayıp temizleyen, çamaşır yıkayan, ardından akşam yapacağı yemeği
düşünen ve gününün çoğunu da mutfakta yemek yaparak geçiren bir kadın. İşte
klasik olarak herkesin ev kadını denince aklına gelen özellikler bunlardır. Bir
kadının tüm bunları yapmasında hiçbir mahsur yoktur, doğal olarak pek çok mümin
kadın da hayatının belli vakitlerinde bu işleri yapmaktadır. Ancak aynı işleri
yapan mümin bir kadınla, cahiliye ahlakı içinde olan bir kadını ayıran şey, bu
faaliyetleri yaparkenki ahlakları, düşünceleri ve niyetleridir. Mümin kadın
kocası ve çocukları için yemek yaparken de, evini temizlerken de sadece
Allah'ın rızasını umarak ve Allah'ın rahmetini dileyerek bunları yapar. Ve
hiçbir zaman fikri, düşüncesi, olayları değerlendiriş şekli sadece bu işlerle
sınırlı bir dünyadan ibaret değildir.
Bir çok insan için bir ev kadınından beklenen
işler, hem yorucu hem de sıkıcı faaliyetlerdir. Ancak buna rağmen cahiliye
toplumlarında yaşayan ve çalışan kadınların çok büyük bir bölümü bir gün aynı
şartlarda olabilmenin hayallerini kurarlar. Peki insana ahirette fayda
sağlamayacak bu hayat şeklini bazı kişilere bu denli cazip kılan şey nedir? Sadece
gelenek olduğu için mi buna özenilir? Yoksa hayatlarına bir renk katmak için
mi?
Bu seçeneklerin hepsi doğru olabilir. Ancak bu
hayatın cazip görülmesinin sebepleri bu kadarla da sınırlı değildir. Bu
sebepler kişilere, şartlara göre değişkenlik göstermekle birlikte genellikle
çoğu kişi için ortak birkaç başlık altında toplanır.
Bunlardan en önemlilerinden biri, genç
kızların birçoğunun evlilikle birlikte kişisel özgürlüklerini elde edeceklerine
olan inançlarıdır. Senelerce ailelerinin gözetiminde ve onların koymuş olduğu
kurallar altında yaşayan gençler bu durumun değişmesinin en kısa ve en kolay
yolunun evlilik olduğunu düşünürler. Bu nedenle de çoğu zaman uygun buldukları
ilk insanla evlenirler. Yoksa cahiliye kadınları bir yandan özenmekle birlikte diğer
yandan da evliliğin getireceği zor şartların farkındadırlar. Ama sadece
kendilerinin söz sahibi olup, kendi kurallarıyla diledikleri gibi yaşayacakları
bir hayatın özlemi bu zorluklara aldırmamalarına neden olur. Ancak evlilikle
birlikte kadınların üzerine daha önce belki de hiç ilgilenmedikleri konularda
hem maddi hem de manevi açıdan pek çok sorumluluk yüklenir. Ayrıca her zaman
kendi kurallarıyla yaşamaları ya da özgür hareket etmeleri gibi bir durum da
söz konusu olmaz. Çünkü cahiliye sisteminde genellikle eve hakim olan taraf
erkektir ve kadının tüm hayatını kendi kuralları ve kendi inançları
doğrultusunda yönlendirir. Dolayısıyla değişen pek bir şey olmaz. Ailelerinin
yerini artık eşleri almıştır.
Bazı kişilerin ev kadınlığına özenmelerinin
altında yatan bir başka önemli sebep de evliliğin sağlayacağı düşünülen maddi
imkanlardır. Özellikle de maddi durumu iyi olmayan bazı ailelerin kızları için
evlilik, hayatlarının akışını değiştirebilmek için en önemli fırsat olarak
değerlendirilir. Öyle ki, çoğu zaman genç kızlar aileleri tarafından
"mantık evliliği" yapmaları konusunda uyarılır ve teşvik edilirler.
Bu durumda genç kızın evlilikte ölçü alması gereken tek kriter para ve
zenginlik olur. Ahlakından, tavrından ya da kişiliğinden hoşlandıkları bir insanla
evlenmektense, kendilerine iyi bir gelecek sağlayabilecek ya da en azından
ailelerinin içerisinde bulunduğu şartlardan daha iyi bir hayat sunabilecek
birini tercih edeceklerdir. Buna karşılık onlar da gerekirse hayatlarının
sonuna kadar erken kalkıp yemek yapmak, çamaşır yıkamak, ev temizlemek gibi
işleri yapmayı göze alabileceklerdir.
Görüldüğü gibi, cahiliye kadınlarının çoğunun,
zorluklarına rağmen "ev kadını" modelini seçmelerinin altında yatan
asıl sebepler bu tür menfaatlerdir. Bu yanlış zihniyette olan kadınlar, hem
ailelerinin baskısından kurtulacak, hem yaşam standartlarını artırarak
kendilerine iyi bir gelecek sağlayabilecek, hem de bu şartlardan ailelerini ve
akrabalarını da yararlandırabileceklerdir. Ancak ilk günlerde ağır basan bu
menfaatler nedeniyle cazip görünen ev kadınlığı, Allah rızası gözetilmeden ve
karşıdaki kişinin ahlakı önemsenmeden seçilen bir beraberlik olması nedeniyle,
bir süre sonra yerini, monoton, sıkıntılı bir hayata ve pişmanlığa bırakır.
Cahiliyedeki ev kadını kişiliği
Yetiştiriliş tarzlarına, yaşadıkları çevreye,
ahlak özelliklerine ve sahip oldukları imkanlara göre değişiklik göstermekle
birlikte, yine de cahiliyedeki ev kadınlarının kişilik yapılarını genel bir
çatı altında toplamak mümkündür.
Cahiliye kadınları toplumun kendilerine empoze
ettiği karakterin etkisi altındadırlar. Çocukluklarından itibaren belki de
binlerce ev kadını görmüş ve onların tüm tavırlarını ve tepkilerini ister
istemez bilinçaltlarında muhafaza etmişlerdir. Kendileri aynı şartlarla karşı karşıya
kaldıklarında ise, bu birikimlerini farkında olmadan hayata geçirir ve bir
anlamda da kişiliklerine yön vermesine izin verirler. Bu nedenle de
cahiliyedeki ev kadını karakterlerinin büyük çoğunluğu ortak bir yapı gösterir.
Hepsi de önceki gözlemlerini ve tecrübelerini hayatlarına geçirirler. Hatta
üniversitede okuyan, canlı, geniş bir arkadaş çevresi olan ve klasik genç kız
karakteri taşıyan bir kişi bile evlendiği günden itibaren bambaşka bir yapıya
bürünür. Öyle ki kısa bir süre önce son derece aktif, dışa dönük bir kişiyken
birdenbire "evinin kadını" havasına girerek, eski arkadaşları
tarafından tanınmayacak bir kişiliğe bürünebilir.
Onlara bu kişiliği kazandıran asıl etken ise
cahiliyenin evlilik sistemindeki bozukluklardır. Bu, ev kadınlarının kişiliğini
incelerken göz önünde bulundurulması gereken çok önemli bir konudur. İlerleyen
sayfalarda detaylandıracağımız bu kişiliğin şekillenmesinde, yaşanılan
evliliğin bir "cahiliye evliliği" ve karşı tarafın da yine cahiliye
toplumunun bir mensubu olmasının büyük etkisi vardır.
Tüm bunların etkisiyle, ortaya cahiliye
sisteminin tüm çarpıklıklarını üzerinde barındıran bir kişilik çıkar. Ancak
şunu da eklemek gerekir ki, cahiliye toplumu bu çarpıklıkları yadırgamaz ve
bunları olumsuz karakter özellikleri olarak değerlendirmez. Aksine bunların bir
çoğunun makbul tavırlar olduğunu düşünürler. Çünkü bu kişilere bu karakterleri
zaten içinde bulundukları toplum belirlemiştir ve kendi uygun gördükleri modeli
beğenmeleri ve bunda hiçbir çarpıklık görmemeleri de çok doğaldır.
Duygusal
olmaları
Cahiliye kadınlarının normal karşıladıkları
özelliklerden biri de Kuran ahlakına taban tabana zıt olan duygusallıktır.
Duygusallığın kadını tamamlayan ve hatta ona önemli ölçüde renk katan bir yapı
olduğuna inanırlar. Cahiliye toplumunun kadından beklediği karakter de zaten
bunu gerektirir. Onlara göre kadın her zaman için sığınan, kollanan ve güçsüz
olan konumda olmalıdır. Bu nedenle bir kısım ev kadınları bu telkinlerin de
etkisiyle zorlukla her karşılaştıklarında duygusal bir havaya girmekten hiç
çekinmezler. Bunu bir zayıflık olarak görmez, aksine bu şekilde kendilerine
şefkat duyulacağını ve ilgi gösterileceğini düşünerek kendilerini duygusallığa
daha da kaptırırlar. Zaten bu yapıları çevreden de teşvik görür. Cahiliye sisteminde
duygusallaşan bir insana sempati duyuluyormuş gibi davranılır ve böylece bu
tavrı uygulayan kişi istediği sonuca ulaşmış olur.
Bunun yanında bazı cahiliye kadınlarında
görülen daha şiddetli bir duygusallık türü vardır ki, kişinin tüm karakterine hakim
olmuştur. Yaşanılan huzursuz ortamdan ve bunun yanında Allah'a ve kadere teslim
olunmamasından kaynaklanan bu duygusallık şekli söz konusu kadınların tüm
hayatına yansır. Öyle ki, duygusal bakış açıları nedeniyle asla sağlıklı
düşünemez, akılcı kararlar alamaz ve mantıklı hareket edemezler. Olayların hep
olumsuz yönlerini görür, hep ezildiklerini düşünür, hatta bu konuda kafalarında
duygusal senaryolar kurarak bu sağlıksız ruh haline daha geniş çaplı bir zemin
hazırlarlar. Evliliğe yönelik hayallerinin bekledikleri gibi gerçekleşmemiş
olması, ilk günlerdeki heyecanlarını, sevgilerini ve saygılarını
kaybettiklerini görmüş olmanın verdiği hayal kırıklığı onları bu ruh haline
yöneltir. Bunun bir dışa vurumu olarak da sürekli gözleri dolan, hüzünlenen, mutsuz
bir karakter geliştirirler. Söz gelimi özenle hazırladıkları yemekler hakkında
tek bir iltifat gelmemesi, yeni alınan bir kıyafetin fark edilmemesi ya da
isteklerinin yerine getirilmemesi hemen duygusallaşmalarına neden olur.
Yanlışlıkla söylenen bir söz, bir espri hatta çoğu zaman tek bir kelime bile
akıllarına takılması ve duygusallaşmaları için yeterlidir. Gün boyu bu olayı
unutamaz ve zihinlerinde sürekli olarak bu konuya dair çıkarımlar yaparlar.
Oysaki genellikle ortada hiçbir şey yoktur ve hatta belki de karşı taraf
kullandığı bu kelimenin farkında bile değildir. Ama duygusallığı kişiliğinin
bir parçası olarak benimsemiş olan cahiliye kadınlarının muhakemesi, bunu
göremeyecek derecede zayıftır.
Bunun bir sonucu olarak cahiliye kadınlarının
hayatlarına hakim olan bir diğer özellik de ağlamak olur. Evde gerçekleşen her
türlü olay onlar için bir hüzün ve ağlama vesilesidir. Ailevi geçimsizlikler,
çocukların büyütülmesinde karşılaşılan zorluklar, duygusal diziler ve bunlar
gibi pek çok sebep, bu ahlakın yaşanması için onlara uygun bir zemin oluşturur.
Özellikle de çocukları büyümeye başladıkça, eşleri tarafından ikinci plana
atıldıkları izlenimine kapılır ve çocuklarına her öncelik tanınışında bir
yandan sevinir, bir yandan da kendileri adına üzülerek duygusallaşırlar. Hatta
bu yapıdaki insanlar duygusal olma konusunda o kadar ısrarlıdırlar ki,
bulundukları ortamda sıkıntı verici bir şey olmasa bile ağlayacak, üzülecek bir
konu bulabilirler. Örneğin televizyonda seyrettikleri bir dizide rol gereği ölen
bir insanın ardından dakikalarca gözyaşı dökebilir veya 10 sene önce
arkadaşlarıyla dinledikleri bir müziği duyduklarında aniden duygulanıp ağlamaya
başlayabilirler. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Yaşadıkları bu ahlak cahiliye kadınlarının çok
kısa süre içerisinde hem ruhen hem de bedenen çökmelerine neden olur. Elbette
bu, Kuran ahlakı yerine cahiliye hayatını seçmeleri nedeniyle yaşadıkları
sıkıntının neticelerinden biridir. Allah Kuran'da insanların ancak Kendisi'ni
andıkları, O'na teslim oldukları, ahirete hazırlık yaptıkları sürece dünyada
güzel bir hayat yaşayabileceklerini ve kalben huzur bulabileceklerini haber
vermiştir. Ancak burada tarif ettiğimiz karakterdeki insanlar kendilerini
yaratan sonsuz güç sahibi Allah'ı unutmuş ve bundan dolayı da büyük bir sıkıntı
içine düşmüşlerdir.
Alıngan
olmaları
Cahiliyedeki ev kadını karakterinin belirgin
özelliklerinden biri de alınganlıktır. Bu kişiler bilinç altlarında pek çok
korkuyla yaşarlar. İkinci plana atılma, terk edilme, aldatılma gibi korkular bunların
başlıcalarıdır. Cahiliye sisteminin çürük bir temele dayalı olduğunu
bildiklerinden her an bir vefasızlık ile karşılaşabileceklerini düşünürler.
İşte bu nedenle de karşılaştıkları her olayı, duydukları her sözü bu
psikolojiyle değerlendirirler.
Söz gelimi evlilik yıldönümü, doğum günü vs.
gibi önemli bir günün, eşleri ya da çocukları tarafından unutulmuş olması
cahiliye kadınlarının alınganlıkları ve kaprisli tavırları için çok uygun bir
zemin oluşturur. Basit bir unutma vakası dahi olsa, bu olayın altından anlam
çıkarmaya çalışır ve artık sevilmediklerini, önemsenmediklerini ya da ikinci
plana atıldıklarını düşünerek alınganlık hissine kapılırlar. Bu ruh halleri
çoğu zaman büyük tartışmalara ve gergin ortamlara neden olur.
Mümin bir kadının karakterinde ise, böyle bir
ahlak bozukluğu yoktur. O herşeyden önce Allah'ın emri dolayısıyla ne insanlar
ne de olaylar hakkında bir zanda bulunmaz. Ortada tam anlaşılmayan bir söz ya
da bir tavır varsa bunu mutlaka netleştirir, karşı tarafın amacını ve niyetini öğrenir
ve bu doğrultuda açık bir tavır koyar. Ama hiçbir zaman için ne olduğunu tam
anlayamadığı bir konu ya da bir söz hakkında tahminlerde bulunarak bunlara
dayalı alıngan bir davranış göstermez. Alınganlık yapmanın Kuran ahlakına uygun
olmadığını bilir. Bunun yanında mümin bir kadının evliliği ya da dostlukları da
yine müminlerle olacağından zaten böyle şeylere sebep verebilecek karmaşık bir
durum da oluşmaz. Çünkü mümin karakteri, sözlerin açık ve doğru konuşulmasını
gerektirir. Allah imalı bir sözden ya da cahiliye ahlakında yer alan "laf
dokundurma" gibi kötü bir ahlaktan müminleri men etmiştir. Görüldüğü gibi,
mümin kadın Kuran'a uyması dolayısıyla böyle bir ahlak bozukluğunun etki
etmediği son derece huzurlu ve güvenli bir yaşam sürer.
Herşeyden
şikayetçi olmaları
Cahiliye kadınları, yaşadıkları sistemin ve
Kuran ahlakından uzak olan karakterlerinin doğurduğu huzursuzluğu
konuşmalarıyla da sık sık dile getirirler. Cahiliye erkekleri tarafından da
gündeme getirilen bu yapı, başta kadınların kendilerine olmak üzere
çevrelerindeki herkese büyük bir sıkıntı verir. Bu tavrı herşeyden önce ev
kadınlığının bir gereği olarak benimsemişlerdir. Onlara göre gün boyu yemek
yapıp, ev temizleyip ve belki de tüm gençliğini, enerjisini bu uğurda feda eden
bir kadın için "söylenmekten" daha olağan bir şey yoktur. Hatta
kendilerince bu, onların en doğal hakkıdır ve çevreleri tarafından da anlayışla
karşılanmalıdır. Onlara göre, yaşadıkları evliliğin monotonluğunu, hayatın
sıkıntılarını, yorgunluklarını en çok tadan kendileridir. Yine kendi
düşüncelerine göre, evli oldukları kimseler bu hayatın daha çok maddi
yükümlülüklerini üstlenmişlerdir. Dolayısıyla da kendileri söylenmeye, şikayet
etmeye ve yakınmaya daha çok hak sahibi olmalıdır. Bu nedenle kimi erkekler de,
kendileri rahatsız olmakla birlikte eşlerinin ancak bu şekilde deşarj
olabileceklerini ve sıkıntılarından ancak bu şekilde uzaklaşabileceklerini
düşündükleri için bu karakteri bir dereceye kadar kabullenirler. Ancak şunu
belirtmek gerekir ki, bu insanlar böyle bir yaşamı kendileri bilerek ve
isteyerek seçmişlerdir. Ama yine de kendi talepleriyle seçtikleri bu yaşantının
her anında şikayet etmekten vazgeçmezler.
Ev kadınlarında çok sık rastlanan ve artık
doğal bir hak olarak görülen bu şikayet alışkanlığı günlük hayatın her anında
kendini belli eder. Küçük büyük herşeyden şikayet etmek öyle bir alışkanlık
haline gelir ki, artık evde tek başına olduklarında bile kendi kendilerine
söylenirler. Bir yandan ters ve sert hareketlerle evi toplar, bir yandan da
dağınıklıklar kime aitse ona hoşnutsuzluk dolu sözler yağdırırlar. Hatta o anda
karşılarına ilk çıkan kişiye konuyla hiçbir ilgisi olmadığı halde yakınmaya
başlarlar.
Bu söylenme alışkanlıkları, tartışmacı bir
karakteri de beraberinde getirir. Küçücük bir konuyu bile hemen tırmandırır ve
büyük kavgalar çıkmasına neden olurlar. Zıtlaşmaya ve iddialaşmaya çok
açıktırlar. Her sözü tersten alır ve ters cevaplar verirler. Bu kimseler
ruhlarında yaşadıkları bu hoşnutsuzluk, hırçınlık ve gerilim nedeniyle pek çok
rahatsızlığa yakalanırlar. Baş ağrısı, mide ağrısı, uyku bozuklukları ve kısa
sürede ortaya çıkan yaşlanma alametleri bunların en yaygın olanlarıdır. Tüm
bunlar yaşadıkları sistemin çarpıklığından kaynaklanmaktadır. İman zayıflığının
ve tevekkülsüzlüğün getirdiği bu ruh halinden ve sıkıntılardan kurtulmanın ise
tek bir yolu vardır: Kuran ahlakına teslim olmak ve Allah'ın beğendiği şekilde
bir hayat sürmek. Yoksa bunun dışında hangi yol denenirse denensin çıkış imkanı
bulunamaz.
Bu kötü ahlakı yaşayan kadınlar ise çoğunlukla
çözümü, doktor doktor gezmekte, her yeni çıkan ilacı denemekte, psikolojik
tedavi görmekte ve kimi zaman da evliliklerine son vererek bu hayattan tamamen
uzaklaşmakta bulurlar. Ama bunların hiçbiri yaşadıkları mutsuz hayat için
gerçek birer çözüm değildir. Kuran ahlakını yaşamadıkları ve Allah'a samimi bir
kalple bağlanmadıkları sürece, şikayet ettikleri konular, söylendikleri
insanlar ya da yaşadıkları mekan değişse de yaşadıkları sıkıntılarda hiçbir
farklılık olmaz.
Cahiliye kadınlarının pek çoğunda görülen tüm
bu ahlak bozukluklarına karşılık mümin kadının tavrı olumlu ve yapıcıdır.
Örneğin "söylenme" gibi bir alışkanlığın basit bir tavır olduğunu
bilir. Görünüşte yanlış giden birşeyler varsa bile, bunların Allah Katında bir hikmet ile yaratıldığını
unutmaz. Bu nedenle de her ne ile karşılaşırsa karşılaşsın memnuniyetsizlik
duymak, sıkılmak ya da huzursuz olmak için bir neden görmez. En sıkışık olduğu
anlarda bile çevresine karşı mutlaka hoşgörülü, affedici ve müşfik bir karakter
sergiler. Eleştirilmesi gereken birşey varsa bile bunun ancak Kuran'ın emrine
uygun olarak "güzel söz" ile yapılabileceğini ve bu şekilde çok daha
olumlu sonuçlar elde edilebileceğini bilir. Ayetlerde müminin göstermesi
gereken bu tavır şöyle bildirilmiştir:
Sen af (veya kolaylık) yolunu
benimse, (İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf
Suresi, 199)
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir
örnek vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit,
dalı ise göktedir. (İbrahim Suresi, 24)
Kullarıma, sözün en güzel olanını
söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan
insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Kıskanç
ve şüpheci olmaları
Cahiliye ahlakında kıskançlığın özel bir yeri
vardır. Ancak öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, bu özellik cahiliye
toplumlarında olumlu bir özellik olarak algılanır. Kıskançlığı bir sevgi ve
bağlılık alameti gibi göstermeye çalışırlar. Eğer bir insan sevdiği insanı
kıskanmıyorsa, onlara göre bu gerçek bir sevgi değildir. Bu yanlış anlayışa
göre insanın karşı tarafın sevgisinden tatmin olabilmesi için, karşıdaki
kişinin tüm insanlar içinde sadece kendisine sevgi duyması gerekmektedir.
Oysa bu düşünce son derece hatalıdır. Çünkü
herşeyden önce sevgi çok yüksek bir duygu ve üstün bir ahlak özelliğidir.
İnsanın sevgide kıskançlık yapması Kuran ahlakına uygun düşmez. İnsan sevdiği
bir kişiye sevgisini, ona duyduğu sadakat, bağlılık, şefkat ve ona yönelttiği
güzel söz ve tavırlar ile gösterir. Bu da karşı tarafta sevildiğine dair kesin
bir kanaat oluşturur. Bunun dışında insanın kendisinden başka hiç kimsenin
sevilmesini istememesi ise büyük bir bencillik örneğidir.
Cahiliye toplumlarında özellikle de evlilik
hayatında kıskançlık sebebiyle büyük sıkıntılar yaşanır. Evli oldukları
kişilerin annelerine, babalarına, kızkardeşlerine, arkadaşlarına ve hatta
çocuklarına duydukları sevgi bile bu karakteri yaşayan insanlar için önemli bir
huzursuzluk kaynağıdır. Böyle kişiler hiç kimseye kendilerinden fazla veya
kendileri gibi sevgi duyulmasını istemezler.
Ev kadını karakterinde yoğun olarak yaşanan bu
kıskançlığın ikinci bir türü de cahiliyedeki evlilik sisteminin çarpıklığını
bilmelerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü temeli Allah rızasına, korkusuna ve
sevgisine dayanmayan hiçbir beraberlikte gerçek sevgi ve sadakat yaşanamaz.
Cahiliye kadınları da bu önemli gerçeği fark etmiş olmalarından dolayı her an
aldatılmanın, ikinci plana atılmanın ya da unutulmanın korkusunu yaşarlar. Bu
nedenle de şüpheli gördükleri her olaydan tedirgin olur ve kıskançlık hissine
kapılırlar.
Buna çözüm olarak sergiledikleri tavırlar ise
durumu iyiye götürmek yerine çok daha çözümsüz bir hale sokar. Sebepsiz
kaprisler, küsmeler ve tersliklerle karşı tarafa mesaj vermeye çalışırlar. Her
an ilgisiz bir olaydan çok karmaşık bağlantılar kurabilir ve bunlar hakkında
geliştirdikleri hayali senaryolar üzerine keskin kararlar alabilirler. Tüm bu
tavırlar ise hayatlarını daha da sıkıntılı bir hale getirmekten başka bir işe
yaramaz. Ayrıca istediklerinin tam aksine karşı tarafı kendilerinden daha da
uzaklaştırmış olurlar. Çünkü ne zaman hangi olaydan ne sonuç çıkaracağı
bilinmeyen bir insanla yaşamak son derece huzursuzluk vericidir. Bu nedenle de
cahiliye ahlakındaki ev kadınlarının kıskançlık saplantıları genellikle evliliklerin
bozulmasıyla son bulur. Oysaki tüm bunların çözümü çok kolaydır. Kuran'da her
insanın nefsinde kıskançlık duyguları bulunduğu ama makbul olanın bu duygudan
arınmak olduğu bildirilmiştir:
... Nefisler ise 'kıskançlığa ve
bencil tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve
sakınırsanız, şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi,
128)
Bu nedenle Kuran ahlakını titizlikle uygulayan
mümin için kıskançlık gibi bir durum söz konusu olmaz. Allah korkusundan
kaynaklanan karşılıklı sadakat ve güven hisleri böyle bir gerilimin oluşmasını
zaten daha en başından engeller.
Ev
kadınının alışkanlıkları
Cahiliye toplumlarında "Ev kadını"
denilince herkesin aklında belirli ve tek bir model canlanır. Bunun sebebi ise,
bu karakteri oluşturan sistemin bir anlamda gelenekselleşmiş olmasıdır. Elbette
çeşitli sebeplerden dolayı bu genellemenin dışında kalan ev kadınları da
vardır. Ancak burada ele alınan cahiliye ahlakında yaygın olarak yaşanan ev
kadını modelidir.
Cahiliye toplumlarında ev kadınının klasik
olarak her gün yaşadığı son derece monoton bir hayatı vardır. Genellikle ev
kadınının her günkü asli görevi, ailenin diğer üyelerinin odalarını toplama,
çamaşırlarını yıkama, yemek hazırlama, alışveriş yapma ve evin diğer temizlik
ihtiyaçlarını gidermekten ibarettir. Elbette her insanın bu işleri yapması
gerekli ve hatta zorunludur. Ancak burada hatalı olan nokta, insanların bu
işleri, dünyada yaşanan tüm sorunları görmezden gelerek, ahireti tamamen
unutarak ve Allah'a karşı sorumluluklarını düşünmeyerek, dünyaya yönelik bir
hırs içinde yapmalarıdır. Ve tüm hayatlarını, düşüncelerini, planlarını bu
işler üzerine kurmaları ve kendilerini yaratan Allah'ı razı etmenin yollarını
aramak yerine, günlük hayatın küçük meşgaleleriyle tatmin bulmaya
çalışmalarıdır.
Günlük işleri arasında cahiliye ev kadınının
asla ödün vermediği birtakım alışkanlıkları da vardır. Bu alışkanlıklar
genellikle bu ahlaktaki kadınların çoğunda ortaktır. Kendilerince, monoton
hayatlarını ancak bu şekilde renklendirdiklerini ve ev ortamının
sıkıntılarından bu şekilde uzaklaştıklarını düşünürler. Ellerine geçen her
imkanı, her boş vakitlerini bu alışkanlıklarıyla harcarlar. Oysaki detaylıca
incelendiğinde tüm bu alışkanlıkların bu kimseleri çok sıradan ve basit bir dünyaya
çektiği görülür. Bu alışkanlıklar arasında en yaygın olanlar şunlardır:
Dedikodu
yapmak
Cahiliye toplumunda yaşanan ev kadını
karakterinde en yaygın olarak görülen özelliklerden biri
"dedikodu"dur. Vakitleri ya da imkanları olmasa dahi bir parça olsun
dedikodu yapabilmek için mutlaka bir fırsat bulurlar. Bazen kapı ağzında
komşularla, bazen saatler süren telefon konuşmalarında, bazen de çay ya da
kahve ziyaretlerinde bu manzarayı görmek mümkündür. Ancak burada asıl önemli
olan bu ahlakı yaşayan insanların dedikodudan derin bir zevk almalarıdır. Çünkü
dedikodu sırasında çekiştirilen kişi küçük düşürülüp aşağılanırken, dedikoduyu
yapanlar kendilerini büyük göstermeye çalışırlar. Bu nedenle arkadaş
toplantılarında konuşabilecekleri pek çok faydalı ya da zevkli konu varken,
onlar ısrarla dönüp dolaşıp sözü birilerinin dedikodusunu yapmaya getirirler.
Komşuları, dostları, akrabaları, eşleri, televizyon yıldızları ve hatta yoldan
geçen yabancı biri bile bu dedikodulara malzeme olabilir.
Oysaki bahsedilen kişinin duyduğunda
hoşlanmayacağı hiçbir konuşmayı arkasından yapmak doğru değildir. Eğer
gerçekten eleştirilmesi gereken bir konu varsa ve fayda vermek amacıyla
konuşuluyorsa, yapılacak en doğru şey bu durumu ilgili kişiye bildirmektir.
Yoksa herkesle durum değerlendirmesi yapıp, kınanan kişinin durumdan haberdar
edilmemesinin altında iyi bir niyet ve akılcı bir amaç yattığı söylenemez.
Üstelik dedikodu yapan bu insanlar, aynı şeyin kendileri için de muhakkak
yapılacağını, bunun cahiliyenin kesin bir kuralı olduğunu bilirler. Ama bundan
hiç hoşlanmazlar. Başka kişilerin kendileri hakkında konuştuğunu duyduklarında
büyük bir sıkıntı yaşarlar. Ama kendileri için son derece hassasiyet
gösterirken, başkalarının canının yanmasını umursamadan böyle çirkin bir tavra
başvurabilirler.
Oysa Allah insanları dedikodudan men etmiştir.
Allah bunun güzel bir ahlak olmadığını ayetlerinde bildirmiş ve eğer ortada
yanlış bir şey varsa bunun ayetlerin ifadesiyle "iyiliği emredip,
kötülükten menederek" insanların kendilerine bildirilmesini emretmiştir:
Ey iman edenler, zandan çok
kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli
yönlerini araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından
çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte,
bundan tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul
edendir, çok esirgeyendir. (Hucurat Suresi, 12)
İşte Kuran'ın bu emri gereği, müminler asla
birbirlerinin arkasından konuşup birbirlerini çekiştirmezler. Gerçek sevginin
ve dostluğun en önemli alametlerinden birinin karşılarındaki kişiye dünyada ve
ahirette fayda verecek şekilde hareket etmek olduğunu bilirler. Bu durumda da
eğer yanlış bir tavır görüyorlarsa bir an önce yanlışını anlaması ve vazgeçmesi
için bunu ilgili kişiye bildirirler. Gerçek bir dostluk ve sadakat anlayışı da
bunu gerektirir. Ama cahiliye toplumunda evlilik gibi en yakın bilinen
birliktelikler bile sağlam bir temele oturmadığı, karşılıklı sevgi ve saygıya
dayalı olmadığı için, ortaya çıkan bu olumsuz model oldukça yaygındır.
Arkadaş
toplantıları
Cahiliye toplumlarında ev kadınlarının
vazgeçemedikleri en büyük alışkanlıklardan biri de kendi aralarında
"gün" adını verdikleri, kadın kadına yapılan yemekli toplantılardır.
Elbette bir insanın sevdiği dostlarıyla, arkadaşlarıyla biraraya gelmesi,
toplanması, bu kişilerin birbirlerine ikramda bulunmaları güzel birer nimettir.
Ancak bu toplantıların sevgi ve saygının ifade edileceği, dostlukların
pekişeceği, Allah'ın adının anılacağı güzel ahlaka dayalı faaliyetler olması
son derece önemlidir. Ancak cahiliye toplumunda genellikle bu toplantılar tam
tersi bir ahlakın yaşandığı ortamlar olur. Genellikle böyle bir toplantıda
cahiliye ahlakındaki kadınların yaptıkları kek hakkında aldıkları bir övgü
onların mutlu olması için yeterli olurken, yine aynı şekilde eşleri izin
vermediği için bu toplantılardan birine katılamamış olmak da belki haftalarca
süren bir huzursuzluk ve mutsuzluğa neden olur. Bu, söz konusu insanların ne
kadar sınırlı ve küçük bir dünyada yaşadıklarını görmek açısından dikkat
çekicidir. Çünkü bu tip toplantılarda konuşulanlar, yapılanlar genellikle bu
kişilerin ahiretlerine bir fayda sağlamaktan uzaktır. Söz konusu toplantılar
çoğunlukla bu insanları dünyaya çekmeye yöneliktir. Ahireti, herşeyin
Yaratıcısı olan Allah'ın Yüceliğini, Kuran'da emredilen güzel ahlakı yaşamayı
hatırlatmak yerine boş konular tartışılır, gereksiz olayların kritikleri
yapılır. Bu gibi kişiler birbirlerinin Kuran'a göre güzel yönlerini
değerlendirmez, aksine birbirlerine sürekli olarak dünyevi ve samimiyetten uzak
övgülerde bulunurlar ve bu övgüler çoğunlukla gerçek düşünceleri değildir.
Karşılarındaki insanları Kuran ahlakını ne kadar yaşadıkları yönünde
değerlendirmezler.
Dedikodu yapmak, televizyonlarda yayınlanan
pembe dizilerin en son bölümünde olup bitenler ya da kek-pasta tarifleri bu
toplantılarda konuşulan en hayati konuları oluşturur. Oysa aynı toplantı, aynı
ortam Allah'tan korkan ve ahirete hazırlık yapan insanlar için oluşturulmuş
olsa, kuşku yok ki burada yapılan sohbetlerden kişilerin hem kendilerini
geliştirebilecekleri hem de başkalarına fayda sağlayabilecekleri çok güzel
sonuçlar çıkar. Çünkü Kuran'da müminlerin boş sözlerden ve boş işlerden yüz
çevirmeleri ve her anlarını faydalı işlerle, faydalı düşüncelerle geçirmeleri
emredilmiştir. Ayetlerde bu konu şöyle bildirilir:
Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz
çevirenlerdir. (Müminun Suresi, 3)
Ki onlar, yalan şahidlikte
bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir.
(Furkan Suresi, 72)
'Boş ve yararsız olan sözü'
işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz
bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri
benimsemeyiz" derler. (Kasas Suresi, 55)
Televizyonla
boş vakit geçirmek
Cahiliye toplumunda ev kadınlarının
yaşamlarının büyük bir bölümü televizyon karşısında geçer. Ancak elbette bu
sadece kadınlara has bir alışkanlık değildir. Aynı şekilde eşlerinin ve
çocuklarının da katıldığı bu saatler, cahiliye toplumunun en özel zevklerinden
ve en önemli meşgalelerindendir. Ne izledikleri ise çoğu zaman o kadar da
önemli değildir. Asıl önemli olan oyalanmak ve yaşadıkları sıkıntılı ortamdan
kendilerince biraz olsun uzaklaşabilmektir. Gün boyu her ne iş yaparlarsa yapsınlar
sürekli televizyonları açık olur. Fakat özellikle de "pembe diziler"
adı verilen günlük diziler başladığı zaman neredeyse televizyon ekranına
"kilitlenirler". Bu dizilerde yaşanan romantizm onlara ayrı bir haz
verir. Bu nedenle de tüm günlük programlarını bu dizilerin saatlerine göre
düzenler ve bir yere gitmeleri gerektiğinde bile bir şekilde dizinin video
kasetlere kaydedilmesini sağlarlar. Eğer böyle bir imkanları yoksa, bu durumda
da işleri biter bitmez bir komşudan ya da yakınlarından büyük bir heyecanla
dizideki son gelişmeleri öğrenirler.
Kendilerine bu pembe diziler yerine,
ufuklarının gelişmesine yönelik, daha kaliteli filmler, kültürel ya da sanatsal
içerikli programlar, iman hakikatlerinin anlatıldığı belgeseller önerildiğinde
bile cahiliye kadınları yine de bu dizilerden vazgeçmek istemezler. Çünkü
onların dünya görüşlerini, hayatlarını ve zevklerini en iyi yansıtan programlar
bu dizilerdir.
Televizyon seyretmek elbette ki sakıncalı
birşey değildir. İnsan bu şekilde vaktini çok güzel ve fayda verecek şekilde de
geçirebilir. Ama Allah'ın apaçık varlığını ve ahireti unutmak, tüm vakti
televizyon karşısında geçirmek ve daha önemli ya da daha faydalı bir iş söz
konusu olduğunda yine de bu alışkanlıktan kopamamak yanlış bir tavırdır. Bu insanlar
pek çok güzel iş yapabilecekken, amaçsızlıkları ve kendilerine sadece "ev
kadını" kimliğini yakıştırmış olmaları nedeniyle böyle bir değerlendirme
yapmaz ve bundan bir rahatsızlık duymazlar.
Gereksiz
telefon sohbetleri
Cahiliye toplumundaki kadınlar, günün belirli
vakitlerini telefonun başında geçirirler. Günlük haberleri öğrenmek ve son
dedikoduları aktarmak için arkadaşlarının her birini teker teker ararlar. Aile
içinde gelişen son olayları, eşleriyle aralarında geçen tartışmaları,
alışverişte neler aldıklarını, eve hangi misafirin geldiğini, neler
konuştuklarını tek tek anlatırlar. Bu telefon konuşmalarının bir kısmı
saatlerce sürer ama konuşmaların çoğu hikmetsizdir.
Buna karşılık müminler boş konuşmanın ve boş
işin her türlüsünden kaçınırlar. Asla hikmetsiz konuşmalara kendilerini
kaptırmazlar. Gerekirse onlar da uzun süre telefonda konuşurlar. Ancak
konuştukları konu mutlaka önemli ve faydalı bir konudur. Böyle bir ihtiyaç söz
konusu değilse de sadece alışkanlık nedeniyle vakitlerini telefonda harcamazlar,
bunun yerine çok daha faydalı ve geliştirici faaliyetler yaparlar.
Sosyetik
kadın karakteri
Cahiliye ahlakının yaşandığı toplumlarda
sosyete olarak anılan grup içinde gelişen kadın karakterinin, "ev kadını
karakteri"nden temelde pek bir farkı yoktur. Kişilik özellikleri ve
alışkanlıkları birbirine çok benzerdir. Ancak sosyete ortamındaki şartların ve
imkanların orta halli bir ev kadınınkinden daha farklı olması, farklı
alışkanlıkları da beraberinde getirir.
Bu kimseler yaşadıkları çevreye ayak uydurma
endişesine kapılmışlardır. Bu nedenle de kendi istekleri, zevkleri ya da
alışkanlıkları doğrultusunda değil de, daha çok çevrelerindeki insanların yani
sosyetenin beklentileri yönünde hareket ederler. Sosyetenin büyük çoğunluğunun
beklentileri ise para ve hava atma üzerine kurulmuştur. Bu nedenle bu hayat
tarzını benimseyen kadınlar günlerini öncelikle sosyetede, o günlerde moda olan
faaliyetleri takip etmek ve mümkün olduğunca bu hayata ayak uydurmaya
çalışmakla geçirirler. Söz gelimi herkesin gittiği tatil merkezlerine gitmek,
lüks terzilere kıyafet diktirmek, sosyete kuaförlerinde ya da solaryum
merkezlerinde dedikodu yapmak, lüks restoranlarda buluşup öğlen yemekleri
yemek, pahalı mağazalardan ya da yurt dışından alışveriş yapmak, en önemlisi de
tüm bunlarla birbirlerine 'hava atabilmek' sosyete kadınlarının büyük kısmının
dünyasını özetlemek için yeterlidir.
Dıştan bakıldığında çok renkli bir hayatları
varmış gibi görünse de aslında onların hayatı da en az bazı ev kadınlarınınki
kadar monoton ve sıkıntı doludur. Her gün öğlene kadar uyuduktan sonra günlük
gazetelerin magazin sayfalarına ve sosyete haberlerinin yer aldığı magazin
dergilerine bir göz atar ve ardından da günlük programlarını yapmaya başlarlar.
Gün boyunca akşam katılacakları davette ne giyeceklerinin hazırlığını yapar,
kuaföre gider sonra da gece geç saatlere kadar bu davetlerde vakit geçirirler.
Burada geçirdikleri vakit de, yapmacık ilgi gösterileriyle, suni gülmelerle,
birbirlerine hava atma gayretiyle geçen sıkıntı ve azap dolu bir vakittir.
Ertesi gün ise, gece hayatının verdiği yorgunluk ve fiziksel yıpranma nedeniyle
genellikle kötü bir uykunun ardından baş ağrısıyla uyanırlar.
Onların günlük hayatlarında, ev kadınlarının
karşı karşıya olduğu ev temizliği, çocuk bakımı gibi konular daha az yer
kaplar. Genellikle bu tip sorumlulukları yanlarında çalışan yardımcılarına
bırakmış olmanın umursuzluğu içerisindedirler. Ancak hiçbir sorumluluk
yüklenmemiş olmaları yaşadıkları umursuz karakterin daha da gelişmesine neden
olur. Hayatlarında elde etmek istedikleri herşeyin önlerine hazır olarak
gelmesi, çocuklarının, evlerinin başkaları tarafından yönlendirilmesi ve
kendilerinden "sosyetik" olmaları dışında bir şey beklenmiyor olması
onları çok kısa bir süre içerisinde tatminsizliğe ve büyük bir boşluğa
sürükler. Elde etmek istedikleri bir şeye sahip olur olmaz, bu konudaki
isteklerini ve şevklerinin yitirirler. Bunun ardından hemen yeni bir şeye
kendini kaptırır, onun peşinden koşmaya başlarlar. Maddi anlamda istedikleri
pek çok şeye sahip olurlar, ancak hiçbir zaman manen huzurlu olamazlar. Ne
evliliklerinde ne de arkadaşlıklarında sadakat, güvenilirlik, sevgi, saygı gibi
özellikleri bulamazlar.
Görüldüğü gibi çözümü bu karakterde arayan
kimseler de aslında yine tatminsizlik ve huzursuzluk içerisindedirler. Dünya
hayatının tüm imkanlarını devreye soktukları halde mutlu olamazlar. Sosyetenin
belirli bir kısmında yaşanan dejenerasyonun etkisi tüm hayatlarına yansır.
Böyle bir yaşantıda genellikle yalancılık, sahtekarlık, basitlik gibi her türlü
ahlaksızlık son derece normal karşılanır. Bu kötü ahlakı yaşayan insanların
ahlak bozuklukları dönüp dolaşıp kendilerine zarar verecek hale gelir.
Kendileri dedikodu yaparlar ama başkaları da onları çekiştirip durur. Özel
yaşamları hakkındaki her türlü ayrıntı hatta bazen de asılsız iftiralar
kolaylıkla etrafa yayılır. En yakın arkadaşlarına verdikleri bir sır ertesi gün
magazin dergilerinde manşet olur. Onlar başkalarına karşı yapmacık bir sevgi ve
sahte bir dostluk anlayışıyla yaklaşırlar. Ama kendileri de aynı şekilde
karşılık görürler. Hiçbir zaman gerçek, candan bir dostları olmaz. Kimseden
samimi düşüncelerini yansıtan samimi konuşmalar duyamazlar. Edilen her iltifat,
söylenen her söz yapmacıklığa dayalıdır. Ne arkadaşlıklarında ne de
evliliklerinde asla sadakati yaşayamazlar. Eşleri de dahil olmak üzere kimseye
güvenemezler. Seçtikleri bu hayat tarzı da diğer cahiliye karakterleri gibi din
ahlakından uzak sistemin bir ürünüdür. Bu nedenle de mutlaka açmazdadırlar.
Ancak tüm yaşamları boyunca yaşadıkları sıkıntılı ortama rağmen mutluluğu yine
de dinde, güzel ahlakı yaşamakta aramazlar. Aynı bozuk sistem içinde çözümler
bulmaya çalışırlar ama bunda başarılı olamazlar; gitgide daha da açmaza
girerler.
İşte tüm bunlar, söz konusu insanların
Kuran'dan yüz çevirmeleri nedeniyledir. Yaratıcımız olan Yüce Allah'ın
emrettiği şekilde yaşamadıkları için asla huzur bulacak bir ortam elde
edemezler. Allah'ı anmadıkları için, "...
Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur" (Rad
Suresi, 28) ayetinin işaretiyle kalpleri hiçbir zaman huzur bulamaz,
içlerindeki sıkıntı ve huzursuzluktan kurtulamazlar. Yaratılış amaçlarına uygun
bir hayat seçmedikleri için bu duruma düşmüşlerdir. Eğer onlar Allah'ın
beğendiği hayatı ve yine O'nun emrettiği ahlakı yaşamış olsalar, muhakkak ki
güzel bir hayatla karşılık göreceklerdir. Ayetlerde Allah'ın bu vaadi şöyle
bildirilmiştir:
(Allah'tan) Sakınanlara:
"Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu
dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha
hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)
Açıktır ki, Allah'ın emrettiği ahlakı yaşayan
ve salih müminleri dost edinen bir insan böylesine güvensiz bir ortamda yaşamak
zorunda kalmaz. Mutlaka güvenilir, sadık, dürüst ve samimi insanlardan oluşan
birliktelikler yaşar ve cahiliye sisteminde duyulan güvensizliklerin ve
korkuların hiçbirini tatmaz. Çünkü Kuran ahlakının hakim olduğu bir ortamda her
mümin mutlaka güzel ahlak göstermeye gayret eder ve yine güzel bir karşılık
görür:
Erkek olsun, kadın olsun, bir
mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir
hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak
veririz. (Nahl Suresi, 97)
CAHİLİYE TOPLUMUNDA
ERKEK KARAKTERİ
Cahiliye toplumunun batıl geleneklerinin
etkisini üzerinde taşıyan karakterlerden bir diğeri de "erkek
karakteri"dir. Her ne kadar yazılı bir tanımı olmasa da, cahiliye
toplumunun hemen her üyesi bu karakterin tüm özelliklerini ezbere bilir. Her
aile, çocukları daha doğmadan önce eğer erkek olursa, ona bu karakteri nasıl
vereceklerinin planlarını yapar, hayallerini kurar. Çünkü herşeyden önce bu
ahlakın yaşandığı bir toplumda bir erkek çocuğu sahibi olabilmek büyük bir
gurur vesilesidir.
Cahiliye toplumunda saygı duyulan bu
özellikler 'erkek adam dediğin...' diye başlayan kalıplarla sık sık ifade
edilir. Onlara göre erkek karakterinin ilk prensibi güçlü ve üstün olmaktır. Bu
telkin gerçekten de erkeklerde kadınlara nazaran genellikle daha güçlü bir
şahsiyet oluşmasını sağlar. Güçlü bir karaktere sahip olmak elbette güzel bir
özelliktir, ancak cahiliye toplumunda kastedilen güç Kuran ahlakında bildirilen
güçlü karakter anlayışından uzak bir kavramdır. Acımasızlığa, katılığa,
şefkatten ve merhametten uzak olmaya ve hatta kimi zaman şiddete dayalı
üstünlük ve güç anlayışı cahiliye toplumundaki erkek karakteri için doğal
görülür. Toplumdaki diğer dengeler de zaten erkeğin bu üstünlük iddiasını
destekleyecek niteliktedir. Cahiliye toplumlarındaki kadınlar çoğunlukla ikinci
sınıf ve ezik bir karakteri benimsemişlerdir. Bu durumda erkeklerin üzerinde
daha üstün olabilecek ikinci bir karakter yoktur. İşte bu düşünce onlarda
kayıtsız şartsız bir yeterlilik duygusunun gelişmesine neden olur. Bu nedenle de
genellikle kimseden, ama özellikle de kadınlardan gelecek hiçbir eleştiriye ya
da tavsiyeye açık olmazlar.
Bunun yanında her erkek kendisini toplumun
görmek istediği gibi olmaya mecbur hisseder ve verilen bu kalıpların dışına
çıkmamaya müthiş bir titizlik gösterir. Çünkü cahiliye toplumunda erkekliğin
gerekliliklerini yerine getirememek son derece küçük düşürücü bir durumdur. Bir
erkek, çocukluğundan yaşlılığına kadar her an çok güçlü ve çok cesur olmak
zorundadır. Hiçbir konuda asla en ufak bir zayıflık, yenilgi ve erkek
karakterine ters düşücek bir tavır göstermemelidir. Öyle ki hastalandığında ya
da herhangi bir sebeple acı çektiğinde dahi bunu belli etmemelidir. Çünkü tüm
bunlar sadece kadınlara has özelliklerdir ve erkeğin bu tarz acizlikler içerisine
girmesi cahiliye toplumunun bakış açısına göre yakışık almaz ya da kendi
ifadeleriyle "erkek adam acı hissetmez".
Ancak şunu da önemle eklemek gerekir ki,
toplumun erkeğe verdiği güçlü, cesur ya da hakim karakterli olmak gibi
özelliklerin hiçbirinde yanlışlık yoktur ve aslında tüm bunlar güzel
özelliklerdir. Ama Kuran ahlakının yaşanmadığı bir toplumda ortaya atılan bir
üstünlük iddiası "kibir" ve "büyüklenme" duygularının
gelişmesine neden olur ki Kuran'da insanların bu tür tavırlardan sakınmaları
emredilmiştir:
"İnsanlara yanağını çevirip
(büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük
taslayıp böbürleneni sevmez." (Lokman Suresi, 18)
Bu nedenle cahiliye erkeklerinin aslında
temelinde olumlu olabilecek bu özellikleri, büyüklenme eğilimlerinden dolayı
olumsuz özelliklere dönüşür. Ortaya üstünlüğünden kesin emin olan, ne kendi
hemcinslerinin, ne de diğer kişilerin sözüne itibar etmeyen enaniyetli bir
kişilik çıkar.
Cahiliye Toplumundaki Erkek
Karakterlerinden Çeşitli Örnekler
Buraya kadar anlatılanlar, cahliye
toplumundaki erkek karakterinin ana yapısını oluşturur. Temelini bu yapıdan
alan, ancak aile, çevre, yaşam koşulları gibi faktörlerin etkisiyle gelişen
daha pek çok erkek karakterine rastlamak da mümkündür. Bunlardan bazılarını
kısaca şöyle sıralayabiliriz;
Bir önceki başlıkta bahsi geçen erkek
karakterinin tam tersini yaşayan kimseler ise cahiliye toplumunda "kılıbık
erkek" olarak adlandırılır. Cahiliye toplumunda yaşanan, üstünlük
iddiasındaki erkek karakterinin yerine bu kimseler de kendi haklarını
koruyamayacak kadar aşırı pasif bir yapı geliştirmişlerdir. Bu kimseler
kendilerinden beklenildiği gibi "erkek adam dediğin..." kalıplarıyla
ifade edilen mantıklara uymayan insanlardır. Kendi üstünlüklerini iddia etmek
yerine genellikle başkalarının hakimiyetine sığınmayı tercih eden bu insanlar,
kişilikli bir tavır gösteremezler. Kişiliksiz, güçsüz ve kendi deyimleriyle
"hanım evladı" olarak nitelendirilirler.
Cahiliye toplumunda görülen bir başka karakter
"kazak erkek" ya da "maço" olarak adlandırılan karakterdir.
Bu kimseler "erkeğin kayıtsız şartsız üstünlüğüne" ve "kadının
da kayıtsız şartsız zayıflığına" inanmışlardır. Kadının herhangi bir eşya
gibi erkeğin bir malı olduğuna, dolayısıyla da gerektiğinde iyi davranılıp ama
gerektiğinde de sert davranılabileceğine" kanaat getirmişlerdir. Sert ve
haşin hareketlerin, kaba bir üslup kullanmanın ve kısa sürede tersleşmenin
kendilerine özel bir hava verdiğini düşünürler. Kadınların zaten kendilerine bu
karakterde bir eş aradıklarından emindirler ve bu nedenle de bu tavırlarıyla
oldukça cazibeli bir hale geldiklerine inanırlar.
Cahiliye toplumunun "akşamcı" olarak
adlandırdığı bir erkek karakteri daha vardır. Bu kimseler hayatın en önemli
eğlencesinin özel olarak hazırlanan meze sofralarında içki içip, "sarhoş
muhabbetleri" yapmak olduğunu sanırlar. Kendileri ile aynı yanlış
düşünceyi paylaşan bir arkadaş grubuyla birlikte neredeyse her akşam bu
alışkanlıklarını yinelerler. Cahiliye toplumunun bu kimseleri "akşamcı"
ismiyle anmasının sebebi de bu toplantılardır.
Geç saatlere kadar süren bu masa sohbetlerinde
faydalı ve hikmetli hemen hemen tek bir konu dahi konuşulmaz. Sarhoş
olmalarının etkisiyle tamamen boş bir konuya takılıp saatlerce o konu üzerinde
"felsefe yapar", nutuklar atar, birbirlerine hayat dersleri verirler.
Hatta kimi zaman gecenin ilerleyen saatlerinde tartışmaya başlar ve
çevrelerindeki insanlar tarafından zorla kontrol altına alınarak
sakinleştirilirler. Bu kimseler genelde, günlük hayatlarında da akşamları yaşadıkları
bu sarhoş karakterinin tüm özelliklerini yansıtırlar. Sık sık "akşamdan
kalmayım, bana fazla bulaşmayın" şeklinde ifadeler sarfederler.
Bu saydıklarımız cahiliye toplumunda yaşanan
erkek karakterlerinden sadece bir kaç tanesidir. Bunlar gibi daha yüzlercesine
rastlamak mümkündür. Temeli, Kuran'a dayalı olmadığı için, cahiliye toplumunda
yaşanan tüm bu modeller çarpık bir anlayış içerirler. Dikkatlice izlendiğinde
bu hayatı ve bu karakteri yaşayan kimselerin hayatlarından gerçek anlamda
memnun olmadıkları da açıkça görülür.
Yaşlı İnsan Karakteri
Gençliğinde hangi karakteri benimsemiş olursa
olsun, genellikle yaşlanınca cahiliye insanlarının gösterdiği standart bir
karakter ve hayat şekli vardır. Ancak bu konuya geçmeden önce önemle
belirtilmesi gereken bir nokta vardır: Bu bölümde söz edeceğimiz yaşlı
karakterinin özellikleri, insanların din ahlakından uzak yaşamalarının
getirdiği bir bozukluktur. Yaşamını Rabbimiz Allah'ın razı olmayacağı şekilde
geçirmiş, yaşı ilerleyip ölüme yaklaştığında da ahireti düşünmeyen, dünyaya
daha sıkı bağlanan insanların ruh halindeki çarpıklıktır.
Elbette bu özellikler kimi zaman kişiden
kişiye farklılıklar gösterebilir; burada bahsedeceğimiz kötü ahlak
özelliklerinin yalnızca bir kısmını taşıyan veya tümünü birarada yaşayan
insanlar olabilir. Sonuç olarak burada önemli olan Kuran ahlakından uzak
olmanın getirdiği ahlak ve tavır bozukluğunun küçük bir dünya oluşturması ve
söz konusu kişilerin bu küçük dünya içinde her türlü çirkin tavrı
sergileyebilmeleridir.
Cahiliye kadınları, çocuklarını evlendirip
torun sahibi olduktan sonra, yaşlı kadın karakterine bürünürler. Erkekler ise
genellikle emekliye ayrılmış ya da çalışamayacak kadar yaşlanmış olmaları
nedeniyle iş hayatını terk edip evde oturmaya başlarlar. Bu durumda kendilerini
ruhen ve bedenen hala genç hissedenler bile, çevrelerinden gelen telkinlerin de
etkisiyle yaşlı gibi davranma zorunluluğu hissederler. Çevrelerindeki tüm
dostları, akranları, eşleri yaşlanmış, emekli olmuş ve bu karaktere
bürünmüşlerdir. Çocukları da evlenip kendi sorunlarına dalmış ve onlardan iyice
uzaklaşmışlardır.
Bu insanlar genellikle günlerini televizyon
seyrederek ya da uyuklayarak geçirirler. Ancak kadının yaşadığı "ev kadını
karakteri"nde hiçbir değişiklik olmaz. Söylenmeleri, kaprisleri tüm
hızıyla devam eder. Eşleri de kendileriyle aynı şartlar altında olduğu halde
evin tüm sorumluluğunun yine sadece kendilerinin üzerinde olması onları daha da
ters ve aksi bir tavra sokar. Erkekler de artık yapacak bir işleri olmaması
nedeniyle bütün gün evde boş boş oturmaktan dolayı sıkıntı içerisindedirler.
Gün içinde hangi saatte ne yapacakları
bellidir. Hayatlarında korkunç bir monotonluk başlamıştır. Bu monotonluğu
kırmaları için hep çocuklarından medet umarlar. Fakat onlar da tamamiyle kendi
hayatlarını yaşamaktadır. Arada sırada hafta sonları ziyarete gelirler ancak
birkaç saat süren bu ziyaretler onları hayatlarının tekdüzeliğinden kurtarmaya
yetmez.
Bu insanlar bazen de kendileri gibi yaşlanmış
olan arkadaşlarını ziyarete giderler. Bu toplantılarda konuştukları konular ise
çoğunlukla evlatları ve hastalıkları ile sınırlıdır. Gittikleri doktorlardan,
kendilerine konan yeni teşhislerden, kullandıkları ilaçlardan bahsedip
birbirlerine tavsiyelerde bulunurlar.
Ancak yaşlanmayla birlikte karşı karşıya kaldıkları
tüm acizliklere rağmen, ahireti düşünmeye yönelip, cahiliye sisteminin
kendilerine kazandırdığı karakter özelliklerinden ve alışkanlıklardan
vazgeçmezler. Oysaki uzun yıllar boyunca cahiliye ahlakını yaşamış ve bu
şekilde hiçbir şey elde edemediklerini ve mutlu olmadıklarını açıkça
görmüşlerdir. Ölümün bu denli yaklaştığı bir dönemde hala dünyaya sıkı sıkıya
bağlı olmaları, din ahlakından uzak toplumda görülen yaşlı karakterinin en
önemli yönüdür.
Elbette bu insanlar kendilerini hüsrana
sürükleyecek büyük bir yanılgı içindedirler. Yapmaları gereken, herşeyin
Yaratıcısı olan Allah'a dönüp yönelmeleridir. Belirli bir yaşa kadar bunu
yapmamış olabilirler. Ama Allah'a hesap vereceklerini ve ölümün giderek
yaklaştığını kavradıkları andan itibaren şuurlarının açılması ve geçmiş
yaşantıları için tevbe ederek Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaları
gereklidir. O güne kadar Kuran ahlakından uzak geçirdikleri hayatlarında
yaşadıkları sıkıntılar, hastalıklar, sorunlar kendilerine bir ders ve ibret
vesilesi olmalıdır.
Ancak cahiliye toplumunda tarif ettiğimiz
"yaşlı karakteri"ne sahip insanlar genellikle bunların hiçbirini
yapmaz, aksine daha isyankar, laf anlamaz tavırlara yönelirler. Sonuçta ortaya
çıkan bu "yaşlı karakteri"nin başlıca özelliklerini şöyle
özetleyebiliriz:
Alınganlık ve Acındırma Yöntemleri
Yaşlanan insanların çoğu hem maddi hem de
manevi yönden başkalarına bağımlı bir hayat sürerler. Bağımlı oldukları
kimseler de çoğunlukla çocukları, torunları ya da diğer yakın akrabalarıdır. Bu
kişilerin yaşlılara bakış açıları ise o kadar da olumlu değildir. Kişilik
olarak iyi bir insan olarak tanınsalar da, yaşlıları genellikle bir ayak bağı
ve külfet olarak görürler. Çünkü yaşlanmanın getirdiği sağlık sorunları maddi
ve manevi bakım gerektirir. Yaşı ilerlemiş insanlar çoğunlukla bu
imkansızlıklarından dolayı tek başlarına ayrı bir evde yaşayamazlar. Ancak
çocukları, torunları veya akrabaları da özenli bakılması gerektiği için yaşlı
bir insanı sürekli olarak evlerinde barındırmak istemezler.
Din
ahlakının yaşanmadığı bir toplumda, yaşlı insanların maruz kaldıkları bu durum
yıllar boyu devam ettirilen batıl sistemin doğal bir sonucudur. Çoğunlukla
yaşlanmış olan bu insanlar da cahiliye ahlakını benimsemiş, tüm yaşamları
boyunca Yüce Rabbimiz Allah'tan ve O'nun emrettiği din ahlakından uzak
yaşamışlardır. Çocuklarına, torunlarına da böyle kötü bir ahlakı
benimsetmişler; onları Allah'ın
emrettiği güzel ahlak yerine cahiliye ahlakıyla yetiştirmişlerdir. Bunun sonucu
da onlara yaşlılık yıllarında büyük bir zarar olarak geri dönmektedir; cahiliye
sistemi içinde yaşayan çocukları gözlerini bile kırpmadan onları
reddedebilmekte, zalim bir tavır gösterebilmektedir. Eğer yanlarında
kalmalarına razı olsalar bile, zorunluluk nedeniyle evlerine aldıkları bu insanlara
gösterdikleri tavırlar olumlu olmaz.
İşte bu isteksizliğin farkında oldukları için
yaşlılarda gelişen en önemli özelliklerden biri alınganlıktır. Sadece
zorunluluk nedeniyle yaşadıkları eve kabul edildiklerini bildikleri için evdeki
diğer kişileri mümkün olduğunca az rahatsız etme isteği içerisindedirler. Ancak
yine de için için büyük bir haksızlığa uğradıklarını düşünürler; onlar tüm
ömürleri boyunca çocuklarına bakmak, onları en iyi şartlarda yetiştirmek ve hep
onları mutlu etmek için çaba harcamışlardır. Ancak gösterdikleri tüm bu
fedakarlıkların sonucunda karşılık buldukları tavır, sadakatsizliktir. Aslında
bir anlamda onlar tüm bu yatırımları bir gün yaşlanacakları ve çocuklarının
bakımına muhtaç kalacakları düşüncesiyle yapmışlardır. Ama gördükleri karşılık
çok daha farklı olur. İşte bu karşılık nedeniyle haksızlığa uğradıklarını
düşünerek her an alıngan olurlar.
Bu ruhun dışa vurumu olarak da sürekli karşı
tarafın rahatsızlığının farkında olduklarını hissettirecek şekilde imalı
konuşmalar yaparlar. Bu kimselerle genellikle rahat bir diyalog kurmak mümkün
olmaz. Herşeyden bir anlam çıkartır ve bu anlam doğrultusunda ilginç cevaplar
verirler. "Korkmayın size yük olmam" şeklinde sitemlerde bulunurlar.
Sözgelimi ikram edilen yiyecekleri ya hiç yemez ya da çok az bir parça alırlar.
Kimi zaman evdeki yemeklerin kendilerinden saklandığını düşünerek, dolaptaki
yemeklerden kimseye göstermeden kaçamak bir şekilde yerler. Ya da kendilerine
dinlenmeleri için bir oda verildiğinde "gerek yok ben şu kanepenin ucuna
kıvrılırım" gibi şaşırtıcı tekliflerde bulunurlar. En ufak bir sözden
küser, eşyalarını toplayıp gitmeye hazırlanırlar. Aslında gidecek başka bir
yerleri de yoktur. Ama sırf kendilerini acındırmak ve karşı tarafı pişman etmek
için böyle bir tavır sergilerler. Kendilerine bir hediye alındığı zaman bile
bundan alınacak birşey bulurlar. Onlara hediyenin ya en ucuzunun alındığını, ya
da herkese alınmışken onlar da aradan çıksın diye alındığını düşünürler.
Eve gelen misafirlere mümkün olduğunca
istenmedikleri, ezildikleri ve iyi bakılmadıkları imajını vermeye çalışırlar.
Hatırları sorulduğunda ise mutlaka pek iyi olmadıklarını ifade edecek
konuşmalar yaparlar. Böylece kendilerine acınacağını, sempati duyulacağını ve
daha fazla ilgi görebileceklerini düşünürler. Misafirlerde bu yönde bir kanaat
gelişir belki, ancak evdeki diğer kişiler tarafından bu tavırları kızgınlıkla
karşılanır ve onlara bakma konusundaki isteksizlikleri daha da artar.
İlgi Çekmeye Çalışmaları
İlgi çekmeye çalışmak cahiliye toplumunda
kadın erkek tüm yaşlılara has bir özelliktir. Ancak onlarda gelişen bu
karakterin en önemli sebebi yine cahiliye sisteminin çarpıklığıdır. Cahiliye
ahlakının yaşandığı toplumlarda insanların aralarındaki sevgi anlayışı,
ahlaklarına ve imanlarına yönelik değil de çıkar ilişkilerine dayalı olduğu
için, menfaatlerin son bulduğu noktada sevgileri ve ilgileri de son bulur. Bu
durumda artık menfaat sunamayacak konuma gelen yaşlılar da bu sevgiyi ve ilgiyi
elde etmenin farklı yollarını aramaya başlarlar. Ancak onlar da bunu
kendilerini gerçekten sevdirecek özellikler ve tavırlar sergileyerek değil,
cahiliye sisteminin çirkin yöntemleriyle elde etmeye çalışırlar. Bu da karşı
tarafta bir sevgi oluşturmadığı gibi, aksine başvurulan ahlak dışı yöntemlerden
dolayı tam tersi bir etki meydana getirir.
Cahiliye ahlakını yaşayan yaşlıların ilgi
çekmek için başvurdukları bu yöntemlerden biri sürekli olarak hastalıklarını
dile getirmek, ne kadar acı çektiklerini, ne kadar zor durumda olduklarını
anlatarak kendilerini acındırmaktır. Allah'a tevekkül etmedikleri ve içinde
bulundukları duruma şükretmedikleri için hastalıklarından sürekli yakınırlar.
Bu anlattıklarında gerçek payı da olmakla birlikte, çoğu zaman karşı tarafta
etki uyandırabilmek için durumu abartabilir ya da zaman zaman yalan
söyleyebilirler. Hasta oldukları düşünüldüğünde daha fazla ilgi ve hoşgörü
görebileceklerine inanırlar. Bu durum gerçekten de karşı tarafın merhametini
harekete geçirir, ama durumu abarttıklarını bilmeleri de bir yandan onları
kızdırır. Yine de asıl istediklerinin ilgi olduğunu bildiklerinden bu karşılığı
verirler, ama bu da tatmin edici olmaz. Çünkü cahiliye ahlakına sahip yaşlılar
dikkatin sürekli olarak kendi üzerlerinde olmasını isterler.
Bu nedenle bazen de yüzlerini asıp bir kenarda
oturur, yemek yemez, konuşmazlar. Amaçları kendilerine tüm bunların sebebinin
sorulması ve böylece nazlanmalarıdır. Sorulduğunda birşey olmadığını söyler ve
karşı tarafı mümkün olduğunca uğraştırırlar. Çünkü yanıt ne kadar zor alınırsa,
ilgi o denli artmış olacaktır. Bazen de evin ücra bir köşesine gidip saatlerce
oradan çıkmaz ve merak uyandırmak isterler. Oturdukları yerde ellerinde
mendilleriyle sessizce ağlar ve sorulduğunda da "yalnızlıkları" ya da
"seven kimseleri olmadığı için" ağladıklarını söylerler. Bunun üzerine
karşı taraf "biz varız ya" diyecek, sevgi gösterecek ve gönlünü
alacaktır.
Eğer tüm bunlarla tatmin olamazlarsa bu
durumda da konuşmalarıyla beklentilerini ifade etmeye çalışırlar. Cahiliye
toplumunda artık sloganlaşmış ve ne anlama geldiği tüm toplum tarafından
bilinen sözlerle birtakım imalarda bulunurlar. Söz gelimi fazla ilgi
görmedikleri bir ortamda bir anda "istenmediğim yerde kalacak
değilim", "gidecek yerim olsa sizi rahatsız etmezdim", ya da
"beni huzur evine gönderin, daha rahat edersiniz" gibi ifadelerde
bulunurlar. Bu sözlerin çoğu sırf kendisine gösterilen ilginin artmasını
sağlayabilmek içindir.
Oysaki tüm bu tavır, üslup ve basit taktiklere
harcayacakları emeği güzel tavırlarda bulunmak için harcamış olsalar belki de
istedikleri sevgi ve ilgiyi göreceklerdir. Ancak bunu Kuran ahlakına uygun
olmayan çirkin tavırlara başvurarak elde etmeye çalışmaları, istedikleri sonuca
bir türlü ulaşamamalarına neden olur.
Söz Dinlememeleri
Cahiliye toplumlarındaki yaşlı insanların
bilinen bir başka dikkat çekici özelliği daha vardır; söz dinlememeleri. Konu
her ne olursa olsun hep kendi bildiklerini yapmak isterler. Başkalarının
sözlerine asla güvenmez, söylenenlerin altında mutlaka bir kasıt ararlar.
Örneğin hastalıkları nedeniyle bazı yiyeceklerin dokunabileceği, dolayısıyla
yememeleri gerektiği söylendiğinde, bunun sadece o yemekten yememeleri için
uydurulmuş bir yalan olduğuna inanırlar. Bu nedenle de kendilerine tavsiyede
bulunanların hem sözlerini dinlemez hem de bir yemeği bile kendilerinden esirgediklerini
düşünerek darılırlar.
Ancak bu huyları bu kadarla da sınırlı kalmaz
ve kimi zaman oldukça tehlikeli boyutlara ulaşır. Söz gelimi kendi
hastalıklarını kendileri tedavi etmek ister, doktora gitmeyi kabul etmezler. Ya
da doktorun verdiği ilacı kullanmayı reddeder, bunun yerine kendi bildikleri
eski bir ilaç ya da karışımı kullanmaya kalkışırlar. Akıllarına ve
tecrübelerine çok güvenir, gençlerinse hiçbir şey bilmediklerine inanırlar.
Düşüncesiz Tavırları
Tüm yaşantılarını din ahlakından uzak geçirmiş
olan bu insanlar, yaşlı kimliğine sığınarak cahiliye toplumunun kötü bir
alışkanlığı olan düşüncesizliğe makul bir zemin hazırlamaya çalışırlar. Yaşlı
olmanın birtakım ahlaki bozuklukları mazur göstereceğine inanırlar. Zaten
toplumun diğer bireyleri de bu durumu kabullenmiştir. Bu nedenle
"yaşlıdır, kusuruna bakmayın, lafını sözünü bilmiyor işte" deyip
geçiştirirler. Oysaki bu ahlak bozukluğu bazı yaşlı insanlar tarafından
genellikle şuurlu ve kasıtlı olarak yapılmaktadır. Kendi çıkarları söz konusu olduğunda
her türlü detayı akledebilen ve kendilerine yönelik her türlü eksikliği ya da
kusuru fark edebilen bu kimselerin patavatsızlığı da çoğunlukla bilinçli bir
tavırdır.
Nitekim patavatsızlığı ne zaman yapacaklarını,
hangi sözü söyleyeceklerini ve kime imada bulunacaklarını çok iyi bilirler.
Neredeyse konuşmalarının büyük çoğunluğunda bu yöntemi kullanırlar. Düzgün ve
normal sohbet ettikleri anlar çok nadirdir. Söz gelimi hasta olduklarında neden
hastalandıkları sorulacak olursa "uzun süredir et yemedim de ondan",
"yattığım oda çok soğuk" ya da "çok yoruluyorum da ondan"
gibi karşı tarafı zor durumda bırakacak, karşı tarafın kendileriyle
ilgilenmediğini ifade eden, imalı cevaplar verirler.
Bazen de küçük intikam alma yolları peşinde
koşarlar. Örneğin bir misafir geldiğinde özellikle evdekileri küçük düşürecek
bir konuyu gündeme getirir, çevresindeki kişileri mağdur edeceğini bildiği, en
olmayacak konuları herkesin ortasında anlatırlar. Ancak sonra da yaşlılığın
arkasına sığınarak farkında değilmiş gibi yapar, üzgün olduklarını söyleyerek
geçiştirirler. Oysaki işin aslı oldukça bilinçli bir plana dayanır. Kendilerini
kızdıran birinden intikam almanın en kolay yolunun patavatsızlıkla onları küçük
düşürmek olduğunu bilirler.
Dünyaya Olan Bağlılıkları
Cahiliye insanlarının büyük kısmı yaşlılığın
getirdiği acizlikleri ve zorlukları açıkça gördükleri halde yine de ibret almaz
ve dünya hayatına olan bağlılıklarından taviz vermezler. Ölüme bu denli
yaklaştıkları halde, yine de ölümü kendilerine yakıştırmazlar. Dostlarının
birer birer öldüklerine şahit olur, ama yine de hiç ölmeyecekmiş gibi
davranırlar. Hala para biriktirmeye, geleceklerini garanti altına almaya
çalışırlar. Bir gün kimsesiz ve parasız kalma endişesiyle yaşar, bir kenarda
sürekli yiyecek, giyecek ya da para biriktirmeye uğraşırlar. Ancak dünyada zor
durumda kalmaktan bu kadar korktukları halde, ahirette ne yapacakları konusunu
hiç düşünmezler. Ahiret için hiçbir hazırlık yapmaya gerek duymazlar. Oysaki
insanın asıl hayatı ahirettir ve asıl hazırlık yapılacak yer de ancak ahiret
hayatıdır. Kuran'da şöyle haber verilir:
Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve
bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu
gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (Enam Suresi, 32)
Bu gerçeğe kesin olarak iman eden müminlerin
yaşlılık dönemleri ise çok farklı olur. Onlar zaten tüm yaşamlarını Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak üzerine kurmuşlardır. Zaman geçtikçe ahirete, Allah'ın
izniyle sonsuz cennet hayatına yaklaştıklarının şevki içindedirler. Bu umut
dolu bekleyiş sebebiyle son derece neşeli, huzurlu, güzel ahlaklı bir karakter
gösterirler. Çevrelerindeki insanlara sorun çıkarmaya değil, aksine onların
sorunlarını çözmeye, onlara Kuran ahlakını öğretmeye, Allah'ın hoşnut olacağı
bir karakter kazandırmaya çalışırlar. Fiziksel olarak güçsüz duruma düşseler
de, zihinsel olarak sürekli çalışır ve çevrelerine fayda getirmeye yönelik bir
faaliyet içinde olurlar.
Onların bu üstün ahlaklı tavırları
çevrelerinde de büyük bir sevgi ve saygı uyandırır. Hem etraflarındaki
insanlara güzel ahlakı öğrettikleri hem de kendileri son derece güzel ahlaklı
oldukları için her zaman saygı ve ilgi görürler. Kuran'da iman edenlere, yaşça
ilerlemiş kişilere hürmetkar olmaları tavsiye edilmiştir. Allah Kuran'da şöyle
emretmiştir:
Rabbin, O'ndan başkasına kulluk
etmemenizi ve anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya
ikisi senin yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve
onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçakgönüllülük
kanadını ger ve de ki: "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye
ettilerse Sen de onları esirge." (İsra Suresi, 23-24)
Biz insana, anne ve babasına
(karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik… (Ankebut Suresi, 8)
Biz insana anne ve babasını
(onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla
(karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. "Hem
Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır." (Lokman Suresi,
14)
Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir
şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın
komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin
malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni
sevmez. (Nisa Suresi, 36)
CAHİLİYE TOPLUMUNDA
MESLEKLERİN ETKİSİYLE
GELİŞEN KARAKTERLER
Cahiliye toplumunda tüm insan karakterleri
belirli kriterlerin etkisinde kalarak gelişir. Bunların başlıcalarından biri de
mesleklerdir. Çünkü meslek insanın toplum içerisindeki sosyal kimliğini ve
sınıfını belirleyen en önemli etkendir. Kuran ahlakından uzak toplumlarda her
insan mesleği, sosyal itibarı ve serveti ölçüsünde değer görür. Öyle ki yazılı
bir kaynak olmamasına rağmen, cahiliye toplumunda tüm bu mesleklerin itibar
sıralaması dahi bellidir ve herkes tarafından bilinir. Söz gelimi bir
profesörün göreceği itibar bir işletmeciden, bir doktorunki bir modacıdan ya da
bir mimarınki bir öğretmenden farklıdır.
Bu sebeple, cahiliye toplumlarında mesleğini
seçecek olan kişinin sadece kendi ilgi alanını ve yeteneklerini değil, aynı
zamanda elde edeceği sosyal konumu ve göreceği itibarı da göz önünde
bulundurması gerekmektedir.
Meslek seçimiyle birlikte kişinin o güne kadar
yaşadığı karakter tam bir değişikliğe uğrar. Artık seçtiği mesleğin karakterini
yaşamak durumundadır. Çünkü cahiliye sistemi kendisine bu karakteri uygun
görmüştür. Eğer gerçekten de toplumda bir yer edinmek ve bir yerlere gelmek
istiyorsa karakterini değiştirmeli ve bu kimliğe bürünmelidir.
Böylesine bir karakter değişimi toplumun
neredeyse hiçbir üyesi tarafından kınanmaz. Aksine bu yeni karakter ne kadar
iyi uygulanırsa o kadar takdirle karşılanır. Bu durumda kişinin giyim
tarzından, yürüyüşüne, oturuşuna, ses tonuna, üslubuna kadar herşeyi mesleğini
temsil eder.
Bunun yanında her mesleğin "meslek
adabı" adı altında anılan kendine has çarpık anlayışları da vardır.
Dolayısıyla seçtiği meslekte başarılı olabilmek ve bir yerlere gelebilmek
isteyen her insan bu "adap" olarak tanımlanan cahiliye kurallarına
uymak zorundadır. Elbette burada kastedilen dürüst, samimi, çalışkan bir
insanın gösterdiği edep veya uyguladığı ahlaki kurallar değildir. Cahiliye
toplumunda kastedilen meslek adabı, kimi zaman gayri meşru kazançları, kimi
zaman mesleğin getirdiği kibir ve enaniyeti, kimi zaman ezikliği, kimi zaman
dürüst olmamayı makul gören ve aslında adapla hiçbir bağlantısı olmayan bir
kavramdır.
Ayrıca şunu da önemle belirtmek gerekir ki,
cahiliye toplumunda çeşitli sebeplerden dolayı bu kuralların dışına çıkan
insanlar da vardır. Bu kimseler prensipleri ya da hayat tarzları nedeniyle
mesleklerinin karakterlerine yön vermesine izin vermeyebilirler. Ancak bu çok
küçük bir azınlıktan ibarettir. Nitekim bu karakterleri ortaya koymaktaki asıl
amaç da zaten şahısları değil, Kuran ahlakından uzak bir toplumun büyük
bölümüne hakim olan çarpık anlayışı deşifre etmektir.
Meslekleri anlatmaya geçmeden önce üzerinde
durulması gereken son derece önemli bir konu daha vardır: Bu bölümde
detaylandırılacak olan konular mesleklere yönelik bir eleştiri niteliğinde
değildir. Elbette insanların bir toplum olarak yaşayabilmesi için herkesin
belirli bir mesleği olmalı, her insan kendi yetenekleri ve istekleri
doğrultusunda hizmet vermeli, topluma faydalı bir insan olmalıdır. Bu noktada
önemli olan şudur: İnsanları mesleklerine göre değerlendirmek, ona göre bir
sınıflandırmaya koymak yanlıştır. Bunun yanı sıra insanların sahip oldukları
mesleğe göre kendi şahsiyetlerinde oynama yapmaları çarpık bir mantıktır.
Unutmamak gerekir ki, her insan kendisini yaratan Allah'a karşı sorumludur.
Doğru olan da Allah'ın Kuran'da gösterdiği yollarla insanları
değerlendirmektir. Kuran'da insanlar arasındaki üstünlük ölçüsü ise şöyle
verilmiştir:
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi
bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar
ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim)
olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca (Allah'tan korkup-sakınma konusunda)
en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat
Suresi, 13)
Yukarıdaki ayette görüldüğü gibi insanlar
ancak takvalarından, Allah'a olan yakınlıklarından, gösterdikleri derin
bağlılıktan sorumlu tutulacaklardır. Bir kişinin erkek veya kadın olması, genç
veya yaşlı olması, doktor veya sekreter olması o kişinin hesap günü sorguya
çekileceği konular değildir. Herkes kendi bulunduğu şartlar içerisinde Kuran'a
uymakla, Allah'ın emrettiği şekilde yaşamakla, Kuran ahlakına uygun bir
karakter geliştirmekle sorumludur.
İşte bu bölümde yanlışlığına dikkat çekilecek
olan konu da kişilerin Allah'ı, hesap gününü, Allah'ın dinini unutup, geçici
olan dünya hayatına kapılmaları ve kendilerine göre birtakım değer yargıları
geliştirmeleridir. Ve ardından da çarpık değerler doğrultusunda karakterlerini,
yaşantılarını belirlemeleridir. Mesleklere göre değişen bu cahiliye
karakterlerini detaylandırmadan önce genel anlamda topluma hakim olan iş kadını
ve iş adamı karakterini incelemekte fayda vardır.
İŞ KADINI KARAKTERİ
İş kadını karakteri, cahiliye ahlakının
yaşandığı bir toplumda ev kadını karakterinden daha çok itibar görür. Çünkü
cahiliye ölçülerine göre, ev kadınından daha önemli idealleri ve daha kayda
değer sorumlulukları olduğu düşünülür. Nitekim iş kadını olmaya karar veren
kişinin asıl amacı da, ev kadını kimliğinden ve bu kimliğin bazı kimselerde
neden olduğu kompleksten kurtulup kendince daha itibarlı bir konuma
gelebilmektir. Bu yanlış düşüncede olan insanlara göre iş hayatı kendisine
herşeyden önce farklı bir kimlik kazandıracak, "kendi ayakları üzerinde
durmasını" sağlayacak ve onu erkeklerle büyük ölçüde eşit şartlara
getirecektir.
Nitekim cahiliye toplumunda bir iş kadınından
beklenen de budur. Din ahlakından uzak yaşayan insanlar için en önemli kıstas
maddi güç yani para olduğu için, bu imkana sahip kadınları diğerlerinden üstün
görürler. Bu insanların sahip olduğu ahlak değil, sahip oldukları banka
cüzdanları, tapular, şirket yetkileri bir saygı sebebidir.
İşte cahiliye ahlakına sahip toplumdaki bu
kıstasların farkında olan iş kadınları da işlerine büyük bir hırsla sarılır ve
sahiplenirler. Mesleklerinde ne kadar başarılı olurlarsa o kadar şahsiyet
kazanacaklarına inanırlar. Bu nedenle de işyerindeki herkese karşı kendilerini
ispatlama yarışına girerler. Eğer o işyerinde çalışan erkeklerin üst kadrosuna
geçebilirlerse bunu büyük bir başarı olarak kabul ederler. Bu durum
kendilerince çok önemli bir fırsattır. Etraflarına sürekli emirler yağdırır,
yanlış yapılan ya da geciken bir iş olduğunda bu kimseleri herkesin ortasında
azarlamaktan çekinmezler. Bir yandan erkeklere karşı kendilerini bu şekilde
ispat etmeye çalışırlarken bir yandan da işyerindeki kadınlarla rekabete
girişirler. Her fırsatta onların beceriksizliğini dile getirerek kendilerini ön
plana çıkarmaya çalışırlar.
Ev kadınlarının toplumdaki imajına sahip
olmadıkları için kazançta olduklarını zannederler. Oysaki değişen çok az şey
olmuştur, temelde yaşadıkları, cahiliye ahlakına sahip kadın karakteri yine
aynı şekliyle durmaktadır. Değişen sadece mekanlar ve kişiler olmuştur. Evinin,
ailesinin sorunlarını kafasına takıp, kocasıyla ya da annesiyle çekişen ev
kadını gitmiş, yerine iş yerindeki sorunlarla ve çalışanlarla rekabete girişen,
kendini ispatlamaya çalışan iş kadını gelmiştir. Dedikodular, çekişmeler,
kıskançlıklar ya da duygusallıklar aynı hızıyla devam eder. Çünkü insanın
içinde bulunduğu sıkıntılı yaşamdan, karanlık ruh halinden kurtulabilmesi
cahiliyenin bir karakterinden diğerine geçmesiyle değil, ancak ruhunda Kuran'a
uygun bir değişiklik yapmasıyla mümkün olabilir. İşte, cahiliye ahlakını
yaşayan iş kadınları bu önemli gerçeği göz ardı ettikleri için yine cahiliyenin
tüm sıkıntı ve azaplarını yaşamaya devam ederler.
Mümin kadın ise bu önemli gerçeğin
farkındadır. Kendini geliştirmek için dikkatini hayatında yapacağı teknik
değişikliklere değil, ruhunda ve ahlakında yapacağı atılımlara verir. Bu
nedenle de sürekli bir ilerleme kaydeder. Bunun dışında çoğu cahiliye kadınında
olduğu gibi komplekslere sahip değildir. Çevresindeki diğer kadınlarla,
işyerindeki erkeklerle veya çeşitli insanlarla maddi değerler ve dünyevi
ölçüler için rekabete girmeye tenezzül etmez. Böyle bir tavır için hiçbir
gerekçe de yoktur. Çünkü din ahlakında erkek-kadın rekabeti, bir tarafın
üstünlüğü ya da eksikliği gibi bir kavram yoktur. Her ikisi de kendi
yaratılışlarına uygun hareket ederler. Birbirlerine benzemeye değil, Kuran'da
tarif edilen mümin modeline uymaya çalışırlar. Allah Katında da müminlerin
arasında da sadece imanları ve güzel ahlakları ölçüsünde değer görürler. Ve
kadın erkek tüm müminler sadece hayırlarda yarışırlar.
İŞ ADAMI KARAKTERİ
Cahiliye ahlakına sahip olan toplumlarda
çalışan erkeklerin büyük çoğunluğu kendilerini Kuran'ın pek çok ayetinde
bildirildiği gibi dünya hayatının meşgalelerine kaptırmışlardır. Tüm dünyaları
işleri, en büyük amaçları ise işlerinde başarı elde etmek olmuştur. İş
dışındaki hayatlarına bile yine bu para kazanma tutkusu hakimdir. Aileleri
başta olmak üzere çevrelerindeki insanlarla konuştukları konular çok
sınırlıdır. Ya işten bahseder ya da hiç konuşmaz saatlerce oturup düşünür,
kafalarında daha çok para kazanmanın hesabını yaparlar. Kafaları işle o denli
meşguldür ki, genellikle eşlerine, çocuklarına, ailelerine, dostlarına,
arkadaşlarına karşı olan manevi yükümlülüklerini dahi unuturlar.
Bu ahlaktaki kişiler her konuyu hep iş
merkezli düşünürler. Toplumsal ilişkileri çıkara dayalıdır. Dostluklarını hatta
evliliklerini bile bu anlayış üzerine kurarlar. Kendilerine menfaat
sağlayabileceğine inandıkları kimselerle ilişkilerini güçlendirirken,
kendilerine fayda sağlamayacağına inandıkları kimselerle görüşmeyi de vakit
kaybı olarak değerlendirirler.
İş yerinde ve evde genel olarak gergin ve
stresli bir karakter sergilerler. İşlerinin iyi gitmediği günlerde "dokunsalar
patlayacak" şeklinde ifade edilen bir yapıya bürünürler. Bu tip durumlarda
son derece tahammülsüz olurlar. Bu hallerine anlayışsızlık gösterildiğinde ise
daha da tersleşir ve sinirlenirler. Özellikle de eşlerinin iş hayatını
kavrayamadıklarından dolayı anlayışsız olduklarını düşünür ve yakınırlar.
Genellikle hemen her konuda kendilerinden çok
emindirler, akıllarını çok beğenir ve kimsenin sözüne itibar etmezler. Yılların
tecrübesini üzerlerinde barındırdıklarını ve dolayısıyla da herşeyin en iyisini
ve en doğrusunu kendilerinin bildiğini iddia ederler. Bu nedenle onları
inandıkları birşeyin aksine ikna etmek mümkün olmaz. Hata yaptıklarını ya da
yanlış düşündüklerini fark etseler bile sözlerini geri almak ve hata
yaptıklarını kabul etmek çok ağırlarına gittiği için buna yanaşmazlar.
Onları böyle bir karaktere yönelten asıl etken
ise başta da belirtildiği gibi "dünya hırsı"dır. Bu hırs nedeniyle
pek çok insani yönlerini kaybetmiş, maddi çıkarlar dışında birşey düşünmez
olmuşlardır. Burada belirtmek gerekir ki, bir insanın para kazanmak istemesi,
işinde başarı elde etmek için çalışması veya işini geliştirmeye yönelik planlar
yapması son derece doğaldır. Ancak bu istekleri dünyaya yönelik tutkulu bir
şehvete dönüştürmek, ahireti unutarak hırsa kapılmak hatalıdır. Yoksa bir insan
büyük bir zenginliğe ve mülke sahip olup, bunları Allah'ın razı olacağı şekilde
harcamak isteyebilir veya salih bir niyetle başarı elde etmeye çalışabilir.
Cahiliyedeki iş adamı karakterinde ise böyle
salih bir niyet değil, aksine dünyaya karşı tutkulu bir bağlılık vardır. Oysa
karakterlerine bu denli hakim olan para, dünya hayatının geçici bir yararıdır.
Dünyanın en zengin insanı ya da en başarılı iş adamı da olsalar bir gün mutlaka
ölecek ve tüm kazandıklarını dünyada bırakacaklardır. Kendileri ise
kazandıkları paranın hiçbir faydasını göremeyecekler, bedenleri de toprağın
altında çürüyüp gidecektir. Ardından ise dünyada yaptıkları işlerden hesaba
çekileceklerdir. Bu hesap gününde kendilerine para kazanmak için ne kadar çaba
harcadıkları ya da ne kadar biriktirebildikleri sorulmayacaktır. Allah için ne
yaptıkları, Allah'ın rızasını kazanıp kazanmadıkları sorulacaktır. Bu nedenle
dünyaya yönelik olarak gösterdikleri tüm bu çabalar boşunadır.
Kuran'da onların boşa çıkacak olan bu
çabalarından şöyle bahsedilmiştir:
De ki: "Davranış (ameller)
bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?"
Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte
güzel iş yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na
kavuşmayı inkar edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır,
kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız. (Kehf Suresi, 103-105)
MÜDÜR VE YÖNETİCİ KARAKTERİ
Din ahlakından uzak toplumlarda, bir işyerinde
birbirinden farklı pek çok karaktere rastlamak mümkündür. Bu karakterlerin her
biri o işyerinde kendilerine verilen mevkinin etkisinde kalmışlardır. Her
birinin yerine getirdiği sorumluluklar, aldıkları maaş ve diğer çalışanlara
göre bulundukları konum bu karakterleri şekillendirir. Bu şartların etkisi
altında gelişen karakterlerden biri de "yönetici karakteri"dir. Bu
karakteri taşıyan kimselerin kendi aralarında çok normal karşıladıkları, ama
aslında son derece çarpık bir mantığın ürünü olan bir özellikleri vardır;
duruma göre değişip şekillenen iki karakteri aynı anda yaşarlar. Bunlardan biri
işyerinde kendilerinden makam ve mevki olarak üstte olan kişilere, diğeri ise
alt kadrolarında çalışan kimselere gösterdikleri karakterdir.
Cahiliye toplumundaki bu ahlaka sahip kimseler
patronlarının yanında son derece ezik bir karaktere bürünürler. Onlara karşı
her zaman için son derece saygılı, hatta kimi zaman "iki
büklüm"dürler. İstenilen herşeyi anında yerine getirir ve en ufak bir
kusur işlememeye son derece itina ederler. Patronları kendilerine her türlü
sözü söylemeye, gerekirse azarlayıp terslemeye hak sahibidir. Müdürler bu
tavırlardan alınmaz ve bunun patronlarının hakkı olduğunu düşünür. Tüm
güçleriyle kendilerini beğendirmeye ve onların gözüne girmeye çalışırlar. Hatta
onlara "yaranabilmek" için iş dışındaki angaryalarını bile
üstlenirler. Tüm bu özverili tavırların sebebi ise çok açıktır; onlara
maaşlarını veren ve işyerinin tüm hak ve yetkilerini elinde bulunduran kişi
patronlarıdır, dolayısıyla da müdürlerin tüm menfaatleri yine bu kişilerin
elindedir. Onların desteğini ve sempatisini kazanmak, müdürlerin kariyerleri ve
gelecekleri açısından son derece önemlidir. Bu nedenle bu ahlaktaki kişiler
şahsiyetlerinden ve onurlarından taviz vermekten kaçınmazlar.
Yine burada önemli bir ayrımı belirtmekte
fayda vardır: İnsanların kendilerinden makamca veya yaşça üstün olan birine
saygı göstermeleri, onlara karşı hürmet duymaları, taleplerini yerine
getirmeleri elbette güzel bir davranıştır. Ancak bu kişilerin bunu yaparken
Allah'ın rızasını aramaları ve karşı tarafı sağlayabileceği maddi menfaatler
yönünde değil, onun ahlakı yönünde değerlendirmeleri gerekir.
Oysa cahiliye toplumunda insanlar bu
değerlendirmeyi yapmazlar. Maddi zenginliği olan bir insan ahlaken son derece
zayıf bile olsa ona derin bir saygı gösterirler. Buna karşılık kendilerine
bağlı olarak çalışan kimseleri ahlaklarını hiç değerlendirmeden ezmeye
çalışırlar. Çünkü burada da kıstasları Allah'ın rızası değildir. Cahiliyenin
çarpık mantığına göre kendileri o insanlardan makamca ve maddi olarak
üstündürler, o halde onlara her türlü kötü muameleyi yapma hakkına sahiptirler.
Artık patronunun karşısındaki o ezik insan gitmiş yerine kibirli, kendinden
aşırı emin, "dediğim dedik" bir yönetici gelmiştir. Emrindeki
kişilere karşı son derece katı, prensip sahibi ve tavizsizdir. Etrafa emirler
yağdırır, herhangi bir aksilik durumunda ise ilgili kişiyi herkesin ortasında
azarlamaktan çekinmez. Çünkü bu kimselerden elde edeceği hiçbir menfaat söz
konusu değildir. Ayrıca patronlarının kendi üzerlerinde tatmin ettikleri
kibirlerini onlar da kendi altlarında çalışan kimseler üzerinde tatbik etmek
isterler. Böylece şahsiyet bulduklarını ve patronlarının yanında büründükleri
ezik kişilikten kurtulduklarını düşünürler.
Bu iki karakter arasındaki zıtlık işyerinin
tüm çalışanları ve cahiliye toplumu tarafından oldukça olağan karşılanır. Çünkü
sistemin böyle işlediği düşünülür. Bu batıl sisteme göre şirketin sahibi
müdürlere, müdürler sekreterlere, sekreterler de temizlikçilere ya da odacılara
istedikleri tavırları göstermekte serbesttirler. Bu sıralama tersten ele
alındığında ise herkes bir üstünün yüzüne karşı elinden gelen en iyi
davranışları gösterir ve istenilenleri en titiz şekilde yerine getirir. Ancak
birbirlerinin gıyabında nefretlerini dile getirmekten çekinmezler ve duydukları
saygı da hiçbir zaman gerçek bir saygı olmaz.
Açıkça görüldüğü gibi bu, son derece çarpık
bir sistemdir. Çünkü bu insanlar güzel davranmayı bildikleri halde sırf
birbirlerinden menfaatleri olmadığı için bu tavırları birbirlerine göstermeye
gerek duymaz ve ancak çıkarları söz konusu olduğunda kullanırlar. Bu tavırları
cahiliye sisteminin çarpıklığı içerisinde göze batmaz ve gündeme getirilmez.
Oysaki bu Kuran'a göre büyük bir vicdansızlık örneğidir. Çünkü insan vicdanının
ve aklının yettiği ölçüde, koşullar ne olursa olsun, herhangi bir maddi veya
dünyevi beklenti içinde olmadan, en güzel tavırları göstermekle yükümlüdür.
Allah insana hoşgörülü ve tevazulu olmasını emretmiştir.
Çünkü insanın etrafına karşı büyüklük
taslayabileceği kendine ait hiçbir özelliği yoktur. Makam da, mevki de ancak
Allah'a aittir. Onu kullarından dilediğine verir ve dilediğini üstün kılar.
Dilediğinde de insanın durumunu tam tersine döndürmeye ve eline verdiği tüm imkanları
geri almaya kadirdir. İşte bu nedenle de insan Allah'a karşı her an boyun eğici
bir tavır içerisinde olmak zorundadır. Allah insana bu konumunu ve acizliğini
Kuran'da şöyle hatırlatmıştır:
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme;
çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. (İsra Suresi,
37)
İşte mümin, bu ahlakı yaşayan insandır.
Yeryüzünde karşısında her kim olursa olsun böbürlenmez ve Allah'a karşı sorumlu
olduğunu unutmaz. Bu nedenle de böyle değişken ve samimiyetsiz bir karakteri
kendisine yakıştırmaz. Allah'ın beğendiği ahlakı her an, her yerde, herkese
karşı sergiler. Karşısındaki insanın makamı, mevkisi ne olursa olsun saygılı ve
nezaketli bir tavır gösterir. Ama bu güzel tavırlarına karşılık o kişiden bir
menfaat beklentisi olmaz; aksine her salih amelin karşılığını Allah'tan bekler,
O'nun hoşnutluğu için çaba gösterir.
SEKRETER KARAKTERİ
Cahiliye toplumunda bazı meslekler diğerlerine
göre daha havalı, bazıları ise daha sıradan bilinir. Sekreterlik pek çok
mesleğe göre daha sıradan kabul edilir. Bunun en önemli sebeplerinden biri ise,
bu kimselerin bir kişinin yardımcısı olarak çalışıyor olmalarıdır. Bu nedenle
cahiliye toplumu içinde sekreterler kendilerine meslekleri sorulduğunda çoğu
zaman "asistanlık yapıyorum" gibi cevaplar vererek kendilerini daha
nitelikli göstermek isterler. Bu mesleğin toplumun kimi çevrelerinde fazla
itibar sağlayacak bir özellik taşımaması nedeniyle, kariyer sahibi
patronlarıyla ve onların yardımcısı olmakla övünmeyi tercih ederler. Oysa bir
insanın temiz bir işte, helal yollarla para kazanıyor olması onun için yeterli
olmalıdır. Hiç kimsenin cahiliye ölçülerine göre üstün bir mevkiye sahip
olması, etrafındaki insanlardan itibar görmesi gerekli değildir. Bir insanı
değerli kılan ve ona hem dünyada hem de ahirette güzel bir yaşam sağlayacak
olan, Allah'ın rızasını gözeterek yaptığı işlerdir.
Cahiliye ahlakı ise başta da belirttiğimiz
gibi bambaşka ve çok yanlış ölçülere sahiptir. Bu yanlış değer yargılarını
benimsemiş olan sekreterler de içten içe patronlarına karşı büyük bir hayranlık
beslerler. Onları velinimetleri gibi görürler. Bu nedenle de kendi üzerlerinde
her türlü hakka sahip olduklarını düşünürler. Ters tavırlarından, emirler
yağdırmalarından ya da her türlü işlerini yaptırmalarından hiçbir şekilde alınmaz
ve rahatsızlık duymazlar. Aksine onlar beklenilenin daha da fazlasını yapar ve
patronlarını memnun etmek için büyük bir çaba harcarlar. Çünkü patronları bir
anlamda onların geleceği demektir. Onları iş hayatında daha iyi bir konuma
getirebilecek, çevre edinmelerini sağlayabilecek ve hatta eğer zorda kalırlarsa
yardım elini uzatabilecek tek kişinin yine patronları olduğunu düşünürler.
Aslında yaptıkları görevlerden çoğu bir
sekreterin iş tanımında yer almaz. Ama cahiliye toplumunda sekreterler kendilerine
verilen her görevi yapmakla yükümlüdürler. Bunu fırsat bilen patronlar da
onları olabildiğince çalıştırırlar. Gün içinde sinirlenerek sekreterlerine
sürekli bağırıp çağırırlar. Sekreterler tüm bunlara ses çıkarmaz, patronlarının
yüzüne karşı güler, ama fırsat buldukça da arkalarından dedikodularını
yaparlar.
Bu arada sekreterler de patronlarından
gördükleri iş ahlakını başkalarına uygularlar. Onlar da kendi çalıştıkları
ortamda emirler yağdırıp işlerini yaptırabilecekleri birilerini mutlaka
bulurlar. Bu kişiler genellikle çaycılar ya da temizlik görevlileridir.
Özellikle üst düzeyde çalışan birinin
sekreterliğini yapanlar, şirketin diğer çalışan elemanlarına karşı oldukça
kibirli tavırlar gösterirler. Çünkü kendilerini büyük bir şirketin patronuna en
yakın kişi konumunda görürler. Cahiliye sisteminde holding patronunun
sekreterinin şirket içinde, cahiliye mantığına göre bir üstünlüğü vardır. Tüm
müdürler patrona ulaşmadan önce onunla muhatap olmak zorundadır. Çoğunlukla
patronun ruh halini sekreterinden sorarlar. Sekreterler de bu durumu fırsat
bilerek, diğer çalışanlara sürekli emirler yağdırmayı, özellikle alt kademedeki
personeli tersleyerek konuşmayı tercih eder.
Cahiliye ahlakının yaşandığı bir toplumda bu
karakterde yalan söylemek, tüm tavır bozukluklarına göz yummak, arkadan
çekiştirmek ve ikiyüzlü davranmak gibi daha pek çok cahiliye tavrını görmek
mümkündür. Tüm bunlar tek bir kişinin beğenisi kazanarak ondan menfaat elde
etme amacını taşır.
Oysaki insana dünyada ve ahirette menfaat
sağlayabilecek tek güç Allah'tır. İnsanların gözüne girmeye ve onların
hoşnutluğunu kazanmaya çalışan kimseler, asıl hoşnutluğu kazanılması gerekenin
yalnızca Allah olduğunu unuturlar. Müminler ise sadece Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmaya çalışanlardır. Hiçbir zaman insanları gözlerinde büyütüp, onları güç
sahibi sanıp, onlardan menfaat umma gibi bir yanılgıya düşmezler. Tüm
kaderlerinin ve geleceklerinin ancak Allah'ın kontrolünde olduğunun
şuurundadırlar.
DOKTOR KARAKTERİ
Doktorluk mesleği, özellikle günümüz toplumlarında
halk tarafından el üstünde tutulan ve her kesimde saygı uyandıran bir meslek
dalıdır. Gerçekten insanların sağlığı için çalışmak ciddi bir gayret, özverili
bir yapı gerektirir. Ancak Kuran ahlakından uzak toplumlarda insanların
doktorlara bakış açıları ve doktorluk mesleğini seçenlerin de bundan dolayı
taşıdıkları karakter bazı farklılıklar gösterir.
Öncelikle bazı insanlar hayatlarının,
doktorların elinde olduğu gibi yanlış bir inanca sahiptirler. Bu yüzden bu
mesleği uygulayan kişilerden bir nevi "medet umarlar".
Ailelerin çoğu, çocuklarının doktor olmasını
ister ve çocuklarına bu yönde telkin verir. Bu nedenle "büyüyünce doktor
olacağım" demeyen çocuk neredeyse yok gibidir. Kuşkusuz anne babaların
çocuklarını insanlara fayda verecek bir mesleğe yöneltmesi güzel bir
davranıştır. Ancak cahiliye toplumunda ailelerin çocuklarını bu mesleğe
yönlendirmesindeki ilk amaç çevrelerinden övgü toplamaktır. Diğeri ise ailenin
herhangi bir hastalığı olduğunda, doktor olan çocuklarının kendilerine en iyi
şekilde bakacağını düşünmeleridir. Böylelikle aile bireyleri kendilerini bir
nevi güvende hissederler. Yine aynı nedenlerden dolayı doktorlar en makbul
damat adaylarıdır.
Cahiliye toplumunun doktorlara olan bu yanlış
bakış açısı, kişiye tıp fakültesine girdiği andan itibaren aşılanmaya başlanır.
Beyaz önlükle hastane koridorlarında yürüyen doktor adayları karşılarında tek
bir model görürler. Onlara öğretilen doktor modelinde doktorlar öncelikle
kendilerinden çok emin olurlar ve herşeyi kendilerinin bildiğini zannederler.
Hastaların anlayamayacağı bir dille konuşup, cümlelerinin içinde birçok tıbbi
terim kullanırlar. Bu kişiler elbette ki hastalarının bu kelimeleri
anlamayacağını bilirler. Ama yine de bu tutumlarını değiştirmez, bunu
doktorluğun bir gereği olarak algılarlar. Söz konusu ahlakın yaşandığı
toplumlarda doktorların büyük bir kısmının mezun olduktan sonra dünyada yalnız
birkaç tane amaçları kalır; ünlü bir uzman ya da profesör olmak, lüks bir
muayenehaneye sahip olmak, mümkün olduğunca çok para kazanabilmek, vs.
Bazı toplumlarda insanlara aşılanan en büyük
telkin, hayatlarının doktorların elinde olduğu yanılgısıdır. İşte bu gibi
toplumlarda doktora gösterilen hürmet ve saygının altında insanların bu yanlış
bilinçle yetiştirilmesi yatmaktadır. Kendilerini bir damla sudan yaratan,
onlara rızıklarını veren Yüce Allah'ın üstün güç ve kudretinden tamamen
habersiz yaşayan cahiliye toplumu, zihinlerinde adeta ilahlaştırdıkları
doktorları (Allah'ı tenzih ederiz) insanüstü güçlere sahip birer varlıkmış gibi
algılama yanılgısına kapılırlar. Hastalıklarının geçmesi için cahilce onlardan
medet umarlar. Halbuki Allah insanları uyarmış ve her insanın ancak bir kul
olduğunu bildirmiştir:
Allah'tan başka taptıklarınız
sizler gibi kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet
etsinler. (Araf Suresi, 194)
Elbette bir insanın iyileşmek için doktora
gitmesi, onun tavsiye edeceği uygulamaları yapması gereklidir. Ama bunu
yaparken unutmamak gerekir ki insanlara hastalığı da şifayı da veren Allah'tır.
İnsanların nerede ve nasıl öleceğini de yalnızca Allah belirler. Allah herkes
için bir ölüm tarihi tespit etmişken insanlar bundan habersiz o güne doğru
yaklaşırlar. Bu büyük gerçeği unutarak gaflet içinde yaşayan insanlar Allah'a
dua etmeyi unutur, ama doktorlardan yardım umarlar. Kendilerinden bu kadar
ciddi bir beklenti içinde olunması, Kuran ahlakından uzak yaşayan doktorlarda
da değişik bir kibir geliştirir.
Kimi doktorların özel muayenehanelerindeki
tavırlarıyla, hastanede çalışırkenki tavırları arasındaki fark da cahiliye
kıstaslarının çarpıklığını en güzel şekilde göstermektedir. Muayenehane özel
bir kurum olduğundan, buraya gelen hastalar da genellikle maddi açıdan varlıklı
kişilerdir. Cahiliye insanlarının para hırsı, varlıklı kişilere karşı son
derece nazik davranmayı gerektirdiğinden, kimi doktorlar buraya gelen hastalara
karşı oldukça kibar davranırlar. Çünkü muayeneye gelen kişi bu doktoru kendisi
seçmiştir. Gördüğü ilgiyi beğenmediği takdirde parasını ödeyerek başka doktora
gidebilecek güçtedir.
Olayların bir de diğer yönü vardır. O da, bazı
doktorların, maddi açıdan varlıklı olmayan hastalara karşı olan tutumlarıdır.
Parası olmayanın, cahiliye sistemi içerisindeki konumu her zaman ezilmeyi
gerektirdiğinden, bu çarpık mantık örgüsü hastanelerde çalışan bazı doktorlarda
da tam anlamıyla yerleşmiştir. Doktorların hastanelerde muhatap oldukları
kişiler çoğu zaman fakir insanlardır. Bu yüzden cahiliye mantığıyla hareket
eden bazı doktorlar kendilerini hastanenin en kıdemli kişisi olarak görürler.
Cahiliye mantığında bu hastalara değer verilmediğinden, hastanede pek yüzlerine
bakılmaz. Hatta pek çok hastane çalışanı da aynı yanlış bakış açısını almıştır.
Bir yer veya doktor ismi soran hastalara oldukça ilgisiz davranırlar. Onlar da
bu ortama ayak uydurarak şefkat ve merhamet hislerinden uzaklaşmış, gördükleri
manzaralara alışmışlardır. Hastaneye gelen hastalar daha hastanenin kapısından
girerken kapıda duran bekçilerin sinirli ve ters tavırlarıyla karşılaşırlar.
Cahiliye ahlakının hakim olduğu toplumlarda
doktorların büyük çoğunluğu çok az bir maaşla hastanelerde gece gündüz
çalışırlar. Yıllarca buralarda çalıştıktan sonra da en fazla bir bekleme
salonuyla hasta odası olan bir muayenehaneye sahip olurlar. Bu, pek çok
doktorun hayattaki en büyük idealidir. İnsanlara iyilik yapmak ve yardım etmek
elbette ki takdir edilecek bir davranıştır. Ancak cahiliye ahlakının hakim
olduğu doktor karakterinde bu yoğun çalışmanın temelinde sadece makam,
maddiyat, ün gibi dünyevi beklentiler vardır. Oysa her ne meslekten olursa olsun
kişiyi onurlu, saygın ve itibarlı yapacak olan bu kişinin Allah'ın sevgisini,
rızasını ve ahireti kazanmak için çalışması ve kendi aczini bilerek gayret
etmesidir.
Unutulmamalıdır ki, mesleği ne olursa olsun
her insan kısa bir yaşam sürüp ahiret gerçeği ile karşılaşacaktır. Ölümün
ardından, kaç hasta baktığı, tıbbi terimleri yeterince bilip bilmediği,
mesleğindeki ünvanı ve bu tarz cahiliye kıstasları değil, Allah rızası için
nasıl işler yaptığı sorulacaktır. Fakat din ahlakından uzak toplumlardaki doktorların
çoğu bu gerçekleri görüp fark edemezler. Çünkü cahiliyenin yıllarca kendilerine
verdiği yoğun telkinin etkisi altındadırlar. Onlar için sadece toplumun
beğenisini kazanmak, insanların gözünde itibar sahibi olmak önemlidir.
Kuran ahlakına uygun olan ise yapılan her işin
yalnızca Yüce Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla yapılmasıdır. Müminler
meslekleri ne olursa olsun güzel bir ahlak gösterirler. Müminler, yanlarında
bulunan hasta, güçsüz ve zayıf insanların en büyük destekçisi ve
yardımcısıdırlar. Bu davranışlar, onların Kuran'a uymalarından ve Allah'ın
emrettiği ahlak anlayışından asla ödün vermemelerinden kaynaklanır. Kuran'a
sıkı sıkıya bağlanmış olan bir insan, tıp ilmini kavrayabilmesinin ancak
Allah'ın dilemesiyle olduğunu, şifa olacak herşeyi Allah'ın yarattığını bilir.
Bu nedenle de yaptıklarına ya da bildiklerine Allah dilemedikçe sahip
olamayacağını açıkça görür. Kendisinin de her an hastalanabileceğini ve bu
durumda da Allah'tan başka yardımcı ve şifa verici olmadığını unutmaz. Hz.
İbrahim'in Kuran'da bildirilen bu konudaki duası tüm insanların kendilerine
örnek alması gereken yüksek bir ahlakı yansıtmaktadır:
"Ki beni yaratan ve bana
hidayet veren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana
şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza)
günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur." (Şuara Suresi, 78-82)
CAHİLİYEDE HEMŞİRE KARAKTERİ
Öncelikle belirtmek gerekir ki, insanlara
merhametle yaklaşan, az bir karşılık alarak son derece fedakarane bir şekilde
sabahlara kadar hasta insanlara yardımcı olmaya çalışan çok fazla hemşire
vardır. Ancak burada bahsedilecek olan cahiliyenin din ahlakından uzak yapısını
yaşayan kişilerdir.
Bu tip kişiler gün boyu en ağır şartlar
altındaki hastalarla iç içe yaşadıkları için hastaların tüm sorunlarına
alışmışlardır. Hatta vicdani yönden iyice körelmiş olan bir kısmı, şefkat ve
merhametle yardım etmek yerine sakin ve umursuz bir tavırla hastaları
bekletmeyi, anlayışsız davranmayı ve hatta azarlamayı bile olağan tavırlar
haline getirmiştir. Böyle kişiler, hastaların çoğunun hasta psikolojisiyle
hareket ettiklerini ve durumlarını abarttıklarını düşünmekte ve kendilerinden
talep edilen yardımı esirgeyebilmektedir.
Acizlik içerisindeki hastaların kendilerine
muhtaç olduğunu bilmeleri cahiliye karakterindeki kimi hemşireleri kibirli bir
tavra yöneltir. Hastalara karşı üstten bakan, onları küçümseyen ve hatta bazen
de aşağılayan bir tavır gösterirler. Çünkü kendileri muhtaç olunan insan
konumundadırlar. Onlara göre bu kadar 'önemli insanların' sıradan insanlara
karşı olan tavırları da doğal olarak kibirli ve ters olmalıdır.
Bu kötü ahlakı yaşayan kimselerin birbirlerine
karşı olan tavırları da hastalara olan tavırlarından pek farklı değildir.
Herkese bulunduğu mevkiye göre davranırlar. Söz gelimi başhemşireye çok saygı
gösterirken, diğer hemşireleri küçümserler.
Cahiliye ahlakını yaşayan bazı ev kadınlarının
fikirleri nasıl evin dört duvarı arasına sıkışıp kalmışsa, bir kısım hemşireler
de aynı karakterle hastane sınırlarına sıkışıp kalmışlardır. Bu dünya
içerisinde kendilerini gözlerinde çok büyütür ve kibire kapılırlar. İnsanlara
şifa dağıtanın kendileri olduğunu zanneder, sadece bir vesile olduklarını
düşünmezler. Halbuki hasta yatağına yattıklarında kendilerine şifa veremediklerine,
zararı engelleyemediklerine kendileri de açıkça şahit olurlar. Ama yine de çoğu
bu batıl inançlarından vazgeçmezler. Allah bir ayetinde Kendisi'nden başka hiç
kimsenin zarar veya yarar vermeye güç yetiremeyeceğini şöyle bildirir:
Andolsun, onlara: "Gökleri ve
yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah"
diyecekler. De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka
taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını
kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini
tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek
olanlar, O'na tevekkül etsinler." (Zümer Suresi, 38)
Allah insanlara yalnızca Kendisi'ne
güvenmeleri gerektiğini bildirmiştir. Daha önce Hz. İbrahim'in Kuran'da
bildirilen duasında gördüğümüz gibi, müminler yalnızca Allah'a güvenip, yardımı
yalnızca O'ndan bekleyen insanlardır. Allah'ın yarattığı bir yararı ya da
zararı yine O'ndan başka engelleyebilecek bir güç olmadığına gönülden iman
ederler. Dünyadaki tüm ilaçların, doktorların, hemşirelerin ya da uygulanan tüm
tedavilerin Allah'ın insanlara şifa vermek için yarattığı vesileler olduğunu
unutmazlar.
ESNAF KARAKTERİ
Toplumda çalışan kesimin büyük bir bölümü
esnaf adı altında sınıflandırılır. Mağaza sahiplerinden küçük tüccarlara,
tezgahtarlardan sokak satıcılarına kadar pek çok meslek esnaf tanımına
dahildir. Cahiliye ahlakının yaşandığı toplumlarda, esnaf olarak nitelendirilen
kimselerin de pek çok meslek grubu gibi kendine has bazı özellikleri vardır.
Pek çok cahiliye karakterinde olduğu gibi
cahiliyenin esnaf karakterine yön veren en önemli etken de yine maddi
değerlerdir. Daha çok toplumun orta halli kesiminden gelen bu insanların büyük
bir çoğunluğu, cahiliye ahlakını yaşadıkları ve Kuran'a uymadıkları için, para
kazanmak uğruna her türlü şekle girebilen bir karakter geliştirmişlerdir. Çünkü toplumda yer edinebilmeleri ve saygın
bir sıfat kazanabilmeleri ancak zengin olmalarıyla mümkün olur. Zira cahiliye
toplumunda kişinin ahlakından, mesleğinden ya da kariyerinden önce gelen en
önemli kriter zenginliğidir. Maddi bir güç söz konusu olduğunda kişinin ne
cehaleti, ne görgüsüzlüğü, ne de dış görünümü sorun oluşturur. Maddi güç, her
zaman, her türlü imkanın kapısını açabilir.
Bu nedenle cahiliye kriterlerine göre yaşayan
esnaf kişilerin çoğu, iyi para kazanmanın yollarını arar ve tüm dünyaları da
bundan ibaret hale gelir. Bir insanın maddi kazancının iyi olması için gayret
göstermesinde hiçbir mahsur yoktur elbette. Ancak, bir kimsenin bunu yaparken
malın ve zenginliğin gerçek sahibinin Allah olduğunu, Allah'ın dilediğini
zengin dilediğini fakir kıldığını ve bunda birçok hikmet olduğunu unutmaması
gerekir. Ganiy (çok zengin, herşeyden müstağni) olan Rabbimiz Allah'ın
verdiğinden razı olması, Allah'ın hoşnutluğu ve rızası için zenginliği talep
etmesi ve Allah'ın lütfu olan malı yine Allah yolunda en iyi şekilde
değerlendirmesi gerekir. Bu şekilde olmadığında ise, çok bencil ve çıkarcı bir
karakter gelişebilir. Bu nedenle cahiliyedeki esnaf karakterindeki pek çok kişinin
büyük ideallere sahip, insani yönü güçlü bir birey olmak gibi hedefleri yoktur;
en büyük amaçları zengin olup dünyaya yönelik çıkarlar elde etmektir.
Genellikle menfaatçi bir karakter geliştirirler. İnsanlardan ne kadar çıkar
elde ederlerse kendilerini o kadar kurnaz görürler.
Bu hırsın bir sonucu olarak kimi insanlarca
dolandırıcılık, sahtekarlık bu mesleğin doğal yönlerinden biri olarak görülür.
Elbette bu kesim içerisinde İslam ahlakını benimseyen, Kuran ahlakına uygun
davranan ve her zaman dürüst olan insanlar da vardır. Bu mesleği uygulayan
insanların mutlaka dürüstlükten taviz vermeleri gerekmemektedir. Burada söz
edilen dolandırıcılık, sahtekarlık din ahlakından uzak cahiliye sisteminin
sonuçlarıdır. Söz gelimi cahiliye toplumunda ticaretle uğraşan kişilerin bir
kısmı ellerindeki hasarlı eşyaları hiç tereddüt etmeden sağlammış gibi
satabilirler. Bundan en ufak bir vicdan azabı duymadıkları gibi bir kısmı da
kendilerine asıl olarak bunu meslek edinmişlerdir. Defolu eşya alır ve bunu
sağlam fiyatına müşterilerine satarlar. Bu kimselerin yaptığı bu işe aynı
civardaki tüm esnaf şahit olur ama genellikle hiçbiri karşı çıkmaz. Çünkü söz
konusu kişilere göre bunlar ticaret hayatının gereğidir. Müşteri kavramı, bu
insanların bir kısmına, kandırılacak ve üzerinden para kazanılacak kimseleri
ifade eder. Oysa Allah tüm insanlara ticarette adil bir tutum sergilemelerini,
insanları aldatmamalarını emretmiştir:
Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun
ve dosdoğru bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha
güzeldir. (İsra Suresi, 35)
(Davud) Dedi ki: "Andolsun
senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir.
Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu,
birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar
başka. Onlar da ne kadar azdır."… (Sad Suresi, 24)
Tarih boyunca tüm cahiliye toplumlarında
Allah'ın bu emirlerine uymayan, adaletsizlik yapmakta, insanları kandırmakta
ısrarlı bir tutum sergileyen insanlar olmuştur. Allah elçileri vasıtasıyla bu
insanları uyarmıştır. Hz. Şuayb'ın kavmine bu konuda yaptığı uyarılar Kuran'da
şöyle haber verilir:
Medyen (halkına da) kardeşleri
Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, O'ndan
başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir
'bolluk ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak
olan bir günün azabından korkuyorum." "Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı
-adaleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp-
eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."
"Eğer müminseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin
için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim." (Hud
Suresi, 84-86)
Ancak genelde cahiliye toplumlarında insanlar,
sahip oldukları çirkin ahlak sebebiyle bu uyarıları dinlememiş ve bundan dolayı
da hem dünyada bir sıkıntı ile karşılaşmışlardır, hem de ahirette bunların
hesabını mutlaka vereceklerdir. Cahiliye toplumunda bu karakteri taşıyan
insanlar menfaat elde etmek için gerektiğinde basit tavırlar göstermekten de
çekinmezler. Cahiliyenin bu çarpık mantığını tezgahtar olarak çalışan bir kısım
insanlarda da görmek mümkündür. Cahiliye
toplumuna ayak uydurmuş olan bu kişiler, müşterilerine bir eşya satabilmek için
her türlü yolu denerler. Yakışmadığı çok açık olan bir giysinin yakıştığını
ispatlamak için olmadık yalanlar söyler, uzun uzun dil dökerler.
Bu tip kişilerin toplumda en çok saygı
duydukları kimseler ise zengin insanlardır. Onların her türlü işini yapmayı
kendilerince büyük bir fırsat olarak görürler.
Cahiliye toplumunun büyük bölümü gibi bu
insanların da bir kısmı İslam dinini tanır ve Allah'ın koyduğu emir ve
yasakları oldukça iyi bilirler. Ancak buna rağmen sırf dünya hayatından çıkar
elde etmek amacıyla bu emir ve yasakların birçoğuna uymazlar.
Bunun yanında para kazanmak için son derece
hırslı bir karakter gösteren, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan bu insanlar,
kendilerini yaratan ve sahip oldukları herşeyi veren Allah'ın emirlerini yerine
getirme konusunda son derece tutuk ve isteksiz davranırlar. Allah bu
karakterdeki kişileri ve aynı zamanda da tüm insanları dünyaya bu kadar kapılıp
ahireti unutmamaları konusunda pek çok ayeti ile uyarmıştır:
Ey iman edenler, ne mallarınız, ne
çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten
'tutkuya kaptırarak-alıkoymasın'; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana
uğrayanların ta kendileridir. (Münafikun Suresi, 9)
De ki: "Eğer babalarınız,
çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar
getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan,
O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık
Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet
vermez. (Tevbe Suresi, 24)
İşte müminlerin farkı ve Allah Katındaki
üstünlükleri de buradadır. Onlar da gerektiğinde günlerinin büyük bölümünü
çalışarak, para kazanmak amacıyla geçirebilirler. Ancak onlar iyi bir kazanç
elde etmeyi, Allah'ın rızasını kazanabilmek, O'nun hoşnut olacağı harcamalarda
bulunabilmek amacıyla isterler. Ayrıca yaptıkları iş ne olursa olsun, hiçbir
zaman için Allah'ı zikretmeyi ve ahireti düşünmeyi unutmazlar. Allah'ın emri
gereği, insanlara asla haksızlık, adaletsizlik yapmaz, hiç kimsenin hakkını
ihlal etmezler. Allah bu güzel ahlaklı insanları Kuran'da şöyle tanıtmıştır:
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne
alış-veriş onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı
vermekten 'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba
uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)
MEMUR KARAKTERİ
Cahiliye mantığında memur karakteri taşıyan
insanlar arasında farklı bir ruh hali hakimdir. Bu nedenle bu kimselerin
"memur" oldukları bakar bakmaz anlaşılır. Ancak onları deşifre eden
yaptıkları iş değil, yüzlerindeki ifade ve gösterdikleri tavırlardır. Cahiliye ahlakındaki bu insanların
tavırlarına yön veren yanlış mantık ise şudur; bu kimseler sabit ücretlerle
sabit mevkilerde bulunurlar. Dolayısıyla da normalin üzerinde gösterecekleri
bir çaba onlara ne maaşları, ne mevkileri, ne de itibarları açısından ek bir
menfaat sağlamayacaktır. Bu durumda ekstra bir iş yüklenerek sadece boşuna
yorulmuş olacaklarını düşünürler. Ayrıca eğer yapılacak ek bir iş varsa bunu
bir başkasının üzerine bırakmak varken kendileri üstlenmeyi de cahiliye bakış
açısıyla "enayilik" olarak değerlendirirler. İşlerini halletmek için
gelen kişilere gösterecekleri tavırlara da hiç özen göstermezler. Çünkü bu
insanlara gösterecekleri güzel ahlaklı bir tavrı da "ek iş" olarak
değerlendirirler.
İşte bu düşünceleri nedeniyle cahiliye
ahlakına sahip olan memurların büyük çoğunluğu çevrelerine karşı umursuz bir
karakter geliştirir. Sadece kendilerine verilen işi yapar ve bunun dışında
birşey istendiğinde ya hiç ilgilenmez ya da bir başkasına yönlendirirler.
İşyerlerine gelip kendilerine bir soru soran kişinin yüzüne ya hiç bakmaz ya da
bakıp hiç cevap vermeden başlarını aşağıya doğru indirir ve işlerine devam
ederler. Karşılarındaki kişiyi mağdur durumda bırakmaktan hiç sıkıntı
duymazlar. Cahiliye ahlakındaki memurların bu baştan savma ve geçiştirici
tavırları artık tüm toplumun neredeyse ezberlediği bir manzaradır.
Karşılarındaki kimselere değer vermez ve sırf kendi rahatları için gerekirse
onları sebepsiz yere saatlerce kuyruklarda bekletebilir ya da masa masa
dolaştırabilirler. Umursuzlukları nedeniyle insani yönlerinin pek çoğu
körelmiştir. Halden anlamak, ince düşünmek, nezaket ya da hoşgörü göstermek
için bir gerekçe göremezler. Bu tavırları gösterseler de göstermeseler de nasıl
olsa maaşlarını alacaklardır. Ve karşılarındaki insanı da bir daha
görmeyeceklerdir zaten. Bu nedenle herşeyleri mekanikleşmiştir. Az konuşur, az
güler, az düşünür ve sadece ellerine verilen işi yaparlar. Oysa Allah'ın
emrettiği ahlakı yaşayan insanların böyle tavırlar göstermeleri mümkün
değildir. Onlar diğer insanlara karşı her durumda saygılı, ilgili ve nezaketli
bir tavır gösterir. Zor durumda kalan kişilere ellerinden geldiğince yardım
eder, o an yardım edebilecek bir imkanları olmasa bile en azından güzel bir
sözle karşılık verirler.
Burada tarif edilen memur karakterine sahip
kişilerin bir başka özellikleri de her yönleriyle klasikleşmiş, yani hep aynı
tavırları gösteren, olaylar karşısında belirli tepkiler veren kişiler
olmalarıdır. Günlük hayatlarının akışı, görüştükleri insanlar, konuştukları
konular, alışkanlıkları, zevkleri tamamen bu klasik yapının etkisi altındadır.
Halen gençliklerinde moda olan tarzda giyinir, aynı saç stillerini uygularlar.
Yeniliklere tamamen kapalı bir karakterleri vardır. Hiçbir konuda yerleşik olan
düzenlerini bozmak istemezler. Onları, yapacakları yeniliğin eskisinden daha
güzel olacağına ikna etmek mümkün olmaz. Her işlerini modası geçmiş aletlerle
ve modası geçmiş yöntemlerle yapar, saatlerce uğraşır ve vakit kaybederler. Ama
yine de alıştıkları stilden vazgeçmezler.
Tüm bu anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi
cahiliye ahlakının memur karakterini yaşayan insanların büyük kısmı hem ahlak
yapılarında hem de sosyal yaşantılarında tembel ve üşengeç bir tavır
sergilerler. Çıkar sağlayacaklarını düşündükleri bir olay olmadığı sürece de bu
yapılarından ödün vermezler. Konunun başında da açıklandığı gibi bir çıkar söz
konusu olmadığında yaptıklarının boşa gideceğine inanırlar. Oysa memurluk, bir
hizmet mesleğidir. İslam ahlakını yaşayan bir memur bir iş için gelen kişilere
çok güzel tavırlar göstererek hizmet eder. Asla onları sıkıntıya sokacak, boş
yere vakitlerini alacak şekilde davranmaz. Çünkü, insanın iyilikten ve güzel
ahlaktan yana yaptığı hiçbir şeyin boşa gitmeyeceğini bilir. Yaptığı her işi
Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın beğendiği ahlakı en fazlasıyla yaşamak
niyetiyle bir ibadet olarak yerine getirir. Güzel davranışlarının hepsi hesap
gününde ortaya konmak üzere Allah'ın Katında bir kitaptadır.
Kuran'da Hz. Lokman'ın oğluna bu konuyu şöyle
hatırlattığı bildirilmiştir:
"Ey oğlum, (yaptığın iş)
gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya
parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah
onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden)
haberdardır." (Lokman Suresi, 16)
Yine Allah'ın bu konuyu hatırlattığı
ayetlerden bazıları ise şöyledir:
De ki: "Ey iman eden
kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik
vardır. Allah'ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca
ödenir." (Zümer Suresi, 10)
... Kim bir iyilik kazanırsa, Biz
ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını
verendir. (Şura Suresi, 23)
Hayır, kim (güzel davranış ve)
iyilikte bulunarak kendisini Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında
ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara
Suresi, 112)
Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı
kadar haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) Bir iyilik olursa, onu kat kat kılar ve
Kendi yanından pek büyük bir ecir verir. (Nisa Suresi, 40)
Kim bir iyilikle gelirse,
kendisine bunun on katı vardır, kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla
cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Enam Suresi, 160)
Elbette güzel tavırlarda bulunmak için insanın
çaba harcaması ve emek vermesi gerekecektir, ama alınacak karşılık ayetlerden
de anlaşılacağı gibi, güzellikle geçen bir yaşam, sonsuz bir cennet hayatı ve
daha da önemlisi Allah'ın rızası olacaktır.
DİĞER CAHİLİYE
KARAKTERLERİNDEN ÖRNEKLER
ZENGİN KARAKTERİ
Cahiliye toplumunda insanların karakterlerine
yön veren önemli bir etken de yetiştikleri ya da yaşadıkları çevredir. Her çevrenin
herkes tarafından bilinen özel bir yapısı vardır ve kişiler bulundukları bu
çevrelerin karakterini alır ve hayatlarının sonuna kadar da bu etkiyi
üzerlerinde taşırlar. Bu, şehirlere göre olduğu kadar, bir şehir içerisindeki
semtlere göre bile farklılık gösterebilen bir yapıdır.
Nitekim cahiliye sohbetlerinde yeni tanışılan
bir insana isminin hemen ardından nerede doğup büyüdüğü ya da hangi semtte
oturduğu gibi sorular sorulur. İşte bunun altında yatan asıl amaç karşı tarafın
yetiştiriliş şartları ve karakteri hakkında genel bir fikir edinebilmektir.
Çünkü cahiliye insanları da çevre faktörünün karakterlerine ne derece etki
edebildiğinin farkındadırlar.
Çevrenin etkisiyle gelişen bu karakterlerden
biri, "zengin karakteri"dir. Bu karakter yapısını özellikle küçük
yaşlardan itibaren zengin çevrelerde yetişip büyüyen kimselerde görmek
mümkündür. Çocukluklarından beri toplumun pek çok üyesine göre çok daha iyi
şartlar altında yaşamış olan bu kimseler genellikle hayatlarında hiç zorluk ve
sıkıntı tatmamışlardır. İstedikleri birşeyi hiçbir çaba harcamadan anında elde
etmiş ve her zaman için hazır olarak bulmuşlardır. Acıktıklarında yemekleri
önlerine gelmiş, bıraktıkları dağınıklıklar toplanmış, istedikleri eşyalar
anında temin edilmiş, arabaları satın alınmış, paraları cüzdanlarına konmuştur.
Bunların hiçbirini kazanmak için en ufak bir çaba harcamalarına gerek
kalmamıştır. Oysa olayların arka planında tüm bunların önlerine gelmesini
sağlayan pek çok insanın maddi manevi emekleri vardır. Birileri çalışmış para
kazanmış, ihtiyaçlarını düşünüp tesbit etmiş, bunları temin edip hazırlamış ve
en güzel şekilde sunmuşlardır. Ancak cahiliye ahlakını yaşayan insanların büyük
kısmı bunu düşünmez, dolayısıyla da takdir edemez.
Bu umursuz yapının getirdiği temel özellikleri
ise "halden anlamamaları"dır. Bu kimselerin büyük çoğunluğu kendileri
zorluk ve sıkıntı yaşamadıkları için, zor şartlar altında yaşayan insanların
içerisinde bulundukları durumu değerlendiremezler. Söz gelimi kendileri maddi
yönden geniş imkanlara sahip oldukları halde sırf düşüncesizliklerinden,
kısıtlı imkanlara sahip olan bir dostlarının imkanlarını kullanıp onu zor
durumda bırakabilirler. Ve çoğu zaman neden oldukları bu sıkıntının farkına
dahi varmazlar.
Cahiliye ahlakına sahip olan bu kimselerin bir
kısmının dikkat çekici özelliklerinden bir diğeri de vefakar olmamalarıdır.
Karşılarındaki insanların güzel özelliklerini ve üstün yönlerini takdir
edemedikleri için onlara vefa göstermek için de bir sebep bulamazlar. Böyle
insanlar genellikle samimi bir dostluğu hiçbir zaman elde edemezler.
Ellerindeki maddi güce çok fazla güvendikleri için bir insanın dostluğunu
kaybetseler bile ellerindeki imkanlarla başka birilerini bulabileceklerini
düşünürler. Karşılarındaki kişinin insani yönlerini, Kuran'a göre güzel ahlaklı
olmasını değil, ondan ne kadar dünyevi menfaat sağlayabileceklerini düşünürler.
Bu durumda dostluktaki ölçüleri de sevgi ve güzel ahlaka dayalı olmadığı için
asla gerçek bir dostluk kuramazlar. Ya paralarından istifade etmek için
yanlarına yaklaşan insanlarla ya da kendileri gibi zengin olup gerçek dostluğu
bilmeyen, halden anlamayan insanlarla beraber olabilirler.
Elbette tüm bu olumsuz özellikleri sebebiyle
kolay kolay mutlu da olamazlar. Büyük kısmı istediği herşeyi fazlasıyla elde
etmeye alıştığı için maddi değerler karşısında kayıtsız ve monotonlaşmış bir
tavır gösterir. Manevi güzelliklerden ise, incelikleri gereği gibi fark
edemedikleri için çoğunlukla zevk alamazlar. Bu tavırları, diğer insanlarla
kıyaslandığında daha da dikkat çekici bir hal alır. İncelikleri kavrayamayan
bir insan kendisine sunulan güzelliği hem sıradan bir olay olarak
değerlendirir, hem de kısa sürede unutup gider. Dolayısıyla da ortaya hiçbir
şeyden kolay kolay tatmin olmayan bir karakter çıkar.
Bu kimseler insanların güzel yönlerini
görememeleri nedeniyle onlara derin bir sevgi ve saygı da beslemezler. Hatta
karşı tarafın sevmek için onlarda güzel özellikler görmek isteyebileceğini
akıllarına bile getirmezler. Bu nedenle de mutlu olamaz, sevgiye, saygıya ve
sadakate dayalı dostluklar kuramazlar.
Tüm bu anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi,
ortaya insani özelliklerden oldukça uzak bir karakter çıkar. Ancak şu da
önemlidir ki, bu kimseler yaşadıkları çevreden koptuklarında ya da maddi
imkanlarını kaybettiklerinde bile artık alıştıkları bu ahlakı yaşamaya devam
ederler. Dolayısıyla da zengin karakteri sadece kelime anlamıyla zengin olan
insanları içermez. Bu kimselerin sadece bu çevrede ve bu şartlarda yetişmiş
olmaları bile kimi zaman bu karakteri yaşamaları için yeterli olur.
Oysa zenginlik ya da zengin bir çevrede
yetişmiş olmak güzel bir ahlaka sahip olmamak için bir sebep değildir. Aksine
zenginlik Allah'ın insanlara verdiği güzel bir nimettir. Önemli olan bu nimeti
Allah'a şükrederek ve O'nu takdir ederek kullanmasını bilmektir. Bu konunun
örneklerini peygamberlerde görmek mümkündür. Hz. Süleyman'ın Allah'ı zikretmek,
O'nun nimetlerini anmak ve şükretmek için Allah'tan mal istediği Kuran'da şöyle
bildirilmiştir:
O da demişti ki: "Gerçekten
ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim..."
(Sad Suresi, 32)
Ayrıca Allah'ın verdiği nimeti takdir
edebilecek ahlaktaki bir insan, aynı şekilde çevresindeki insanlarda gördüğü
güzellikleri de kavrayabilecek bir düşünce ufkuna sahip demektir. Dolayısıyla
böyle bir insan dünyanın en zengin insanı da olsa, herşeyi önüne hazır gelse,
ya da hayatı boyunca hiçbir zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmamış da olsa yine de
halden anlayan, ince düşünceli, vicdanlı bir karaktere sahip olur. Sıkıntı
çekenin, fakir olanın ruh halini, ihtiyaçlarını bilir. Sevgiyi, saygıyı,
sadakati en derin şekliyle yaşayabilir. Dostluğu, arkadaşlığı herkesten daha
iyi bilir. Çünkü bu kimse mümindir ve her ne kadar refah içerisinde olursa
olsun vicdanını ve aklını bir kenara bırakmaz. Hep daha iyisini daha güzelini
bulmak ve Allah'ın rızasını daha da fazla kazanmak için sürekli bir arayış
içerisinde olur. Bu nedenle rahatlık onu ahlak tembelliğine itmez. Çünkü
müminler Yüce Allah'a yakınlaşmak ve O'nun sevgisini kazanabilmek için
yarışırlar.
İşte onlar, hayırlarda
yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi,
61)
"SONRADAN GÖRME" KARAKTERİ
Cahiliye toplumunda "sonradan görme"
olarak tanımlanan kimseler, genellikle orta halli bir hayat sürdükten sonra ya
kendilerine kalan bir miras ya da benzeri bir imkan neticesinde aniden
zenginleşen kimselerdir. Bu kişiler arasında dinden uzak yaşayanlar, yıllar
sonra ellerine geçen bu nimeti Allah'a şükrederek değil de, insanlar arasında
bir üstünlük elde etmeye çalışarak değerlendirirler. Konuşmalarında sürekli
olarak ne kadar zengin olduklarından, nasıl hesapsız para harcadıklarından,
neler aldıklarından, nerelerde tatil yaptıklarından bahsederler. Bir kıyafet
alacaklarsa bunun mutlaka markası üzerinde yazanını tercih ederler. Gittikleri
her yerin tabelası altında resim çektirir ve bunu evlerinin baş köşesinde
sergilerler. Zevk alsınlar ya da almasınlar zengin insanların yaptığı herşeye
özenir ve onların hayat tarzını taklit ederler. Söz gelimi yabancı dil biliyor
ya da yurt dışından yeni gelmiş imajı vermek için konuşmalarının arasında doğru
düzgün anlamını dahi bilmedikleri yabancı kelimeler kullanırlar. Pek çoğunda da
yerli yerince kullanamadıkları için özentilikleri açıkça ortaya çıkar. Kaliteli
görünmek isterken küçük düşmüş olurlar. Ya da sırf son moda kıyafetler
giyiniyor imajını verebilmek için kendilerine hiç yakışmayan giysiler giyerler.
Kendilerine dışarıdan bakmayı bilmezler. Ya da
bir başka deyişle bir başkasının gözüyle kendilerini değerlendiremezler. Neyin
kendilerini komik duruma düşüreceğini, neyin yakışıp neyin doğal duracağını
göremezler. Tüm güçleriyle zengin çevrede yaşayan insanların her yaptığını
taklit etmeye devam ederler.
Onlara sonradan sahip oldukları tüm imkanları
yaratanın Yüce Allah olduğu çok açık bir gerçektir. O ana kadar kendilerine
daha çok mal ve mülk vermesi için belki defalarca Allah'a dua etmişlerdir. Ama
bu duaları kabul olduğunda da hemen eski durumlarını ve Allah'a yakardıklarını
unutmuşlardır. Kuran'da kendilerine nimet verildiğinde kötü ahlak gösteren
insanlardan şöyle söz edilmiştir:
İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz
çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı
ve derinlemesine) bir dua sahibidir. (Fussilet Suresi, 51)
Zengin insanlara kendilerini beğendirebilmek
için çok çeşitli yöntemler denerler, ama bu antipatiden başka bir şey
oluşturmaz. Aslında bir anlamda da tuzağa düşmüş olurlar. Allah, Kendisi'ni
razı etmek için yaşamak yerine insanlara kendilerini beğendirmeye çalışan bu
insanlara umduklarının tam tersiyle karşılık verir. Bu durumda hem Allah'ın
sevgisini hem de insanların beğenisini kaybetmiş olurlar.
"ENTEL" KARAKTERİ
Toplumda "entel" olarak bilinen bu
kültür, cahiliye toplumunun önemli bir kesimini etkisi altına almış din dışı
karakterlerden biridir. Cahiliye ahlakını taşıyan bu karakterin özelliklerine
geçmeden önce şunu belirtmekte yarar vardır: Burada üzerinde durulan entel
karakteri, her toplumda olması gereken ve saygı duyulan aydın kişileri
kapsamamaktadır. Bir insan için aydın olmak, hür düşünceli olmak, içinde
yaşadığı toplumun refahı ve düzeni için fikir geliştirmek son derece önemli ve
değerli özelliklerdir. Burada anlatılan entel karakteri ise, temel felsefesini,
inançsızlığın yaşam şekli ve düşünce yapısından alan ve bunu tüm hayata hakim
kılmayı hedefleyen, aslında hiçbir entelektüel birikimi olmamasına rağmen
kendini birikim sahibi gibi göstermeye çalışan bir karakterdir. Ancak pek çok insan, özellikle de gençler,
temelinde yatan bu fikirden habersiz olarak, yalnızca toplumda bir şahsiyet
kazanacaklarını düşündükleri için bu karaktere özenirler.
Bu kültürü genellikle üniversite çevrelerinde
görmek mümkündür. Toplumda özellikle güzel sanatlarla ilgilenen insanların bu
kültürü yaşaması gerektiğine dair yanlış bir inanç hakimdir. Bu nedenle de lise
yıllarında bambaşka bir karakter içerisinde olan bir kimse güzel sanatlar ya da
benzeri bir üniversite dalında okumaya başladığında bir anda tüm kimliğini
değiştirir. Giyim tarzından saç modeline, zevk ve alışkanlıklarına kadar tüm stiline
"entel" havası vermeye çalışır. Çünkü cahiliye toplumu ona bir
sanatçının ancak böyle bir stil içerisinde olursa başarılı olacağı telkinini
verir.
Bu kimseler bundan sonraki hayatlarında artık
bu imajın gerektirdiği herşeyi yapmaya hazırdırlar. Günlerini "entel
kahveleri" adı verilen, sigara dumanının hakim olduğu, loş ve izbe
yerlerde ya da barlarda "entel sohbetleri" yaparak geçirmeye
başlarlar. Kendilerinin toplumun aydın ve ilerici kesimini temsil ettiklerini
öne sürer ve insanlığı kurtarmak için formüller üretirler. Ancak çoğunlukla
bunlar hikmetsiz, sonu gelmeyen ve sonuç çıkmayan karmaşık tartışmalardan
ibarettir. Uç şeyler düşünmek, uç mantıklar öne sürmek ve buna uygun bir hayat
yaşamak bu kimseler için büyük önem taşır. Bu şekilde diğer insanlardan farklı
olabileceklerini düşünürler. Yaptıkları resimlerde, heykellerde, yazdıkları
kitaplarda ve şarkılarında bu ruhu dile getirmeye özen gösterirler. Oysaki
bakıldığında eserlerinin pek çoğunun "entellik" adı altında aslında
ruhsuzluğu temsil ettiği görülür. Gerçek ve derin güzellikler sunan bir sanat
anlayışları olmaz; genellikle karanlık, karamsar ve karmaşık bir ruh halinin
hakim olduğu bir sanat anlayışına sahiptirler.
Seyrettikleri filmler, okudukları kitaplar hep
bu entel havasını yansıtabilmeye yöneliktir. Yoksa bunların çoğundan kendileri
de zevk almazlar. Kimi zaman da "entelliğin" bir kuralı olarak,
okumuş havası vermek için hiç okumadıkları halde bir kitabı ellerinde
dolaştırır ve içinden ezberledikleri birkaç kalıp cümleyi sağda solda söyleyerek
"prestij" elde etmeye çalışırlar.
Felsefecilerin de kulaktan dolma birkaç sözünü
ezberler ve buluştukları kahvelerde sık sık bunları dile getirirler.
Sorulduğunda ise tüm felsefe akımlarını incelediklerini ve hatta bu konuda
uzmanlaştıklarını söylerler. Oysaki çoğunun ciddi anlamda hiçbir bilgisi
yoktur.
Orijinal olma saplantıları ahlak konusunda da
uç fikirler geliştirmelerine neden olur. Aile ve evlilik kavramlarının
gereksizliğini, sınır tanımadan özgür yaşamanın modernlik ve medeniyet alameti
olduğunu savunurlar.
Karanlık bir ruh halleri vardır.
Karakterlerine ve tüm hayatlarına bir ruhsuzluk hakimdir. İç karartıcı
yerlerden, loş ve karanlık ortamlardan, karmaşadan ve kuralsızlıktan
hoşlanırlar. Yaşadıkları ortamlar tüm detaylarıyla bu ruh hallerini yansıtır
bir görünümdedir. Her yere içecek kutularının dağıldığı, kıyafetlerin,
kitapların üst üste atıldığı dağınık ortamlarda, üstleri başları temizlikten
uzak bir şekilde yaşamlarını sürdürürler.
Ancak genel hatlarıyla yaşadıkları bu hayattan
aslında hiçbir zevk de alamazlar. Çünkü Allah dinsizliği insanın sıkıntı
duyacağı ve mutsuz olacağı bir sistem olarak yaratmıştır. Hiç kimsenin hiçbir
kural tanımadığı, dolayısıyla da herkesin birbirinin haklarına saldırabildiği,
düzen ve sınırın olmadığı, dinin getirdiği insani ve ahlaki vasıfların
yaşanmadığı bir ortamın zararı en başta kendilerine dokunacaktır. Bu nedenle
hedefledikleri bu hayatın küçük bir bölümünü yaşamaları bile bu zararlarla
karşılaşmaları için yeterlidir.
İnsanlara asıl şan ve şeref kazandıracak olan
şey ise Allah'ın insanlar için indirdiği hak dindir. İnsan ancak bu sistemde
rahat edebilir ve hayattan ancak Kuran ahlakını yaşadığı takdirde gerçek bir
zevk alabilir.
TÜM CAHİLİYE KARAKTERLERİ
HAKKINDA
Kitabın başından bu yana cahiliye toplumunda
hakim olan pek çok insan karakterini tüm ahlak özellikleri, kişilik yapıları,
hayata bakış açıları ve alışkanlıklarıyla inceledik. Unutmamak gerekir ki,
bunlar arasında olumlu ve dengeli özelliklere sahip, mutlu ve huzurlu bir hayat
yaşayan bir model yoktur. Çünkü tüm bu karakterler din dışı bir sistemden
türemiştir. Allah insanları ancak din ahlakını yaşadıklarında ve iman
ettiklerinde mutlu olacakları şekilde yaratmıştır. Kuran'da belirtilen bu ahlak
modeli dışında binlerce yaşam şekli, binlerce karakter yapısı daha türetilse
hepsi yine aynı sonucu verecek, sıkıntı, karmaşa ve huzursuzluk getirecektir.
Allah din ahlakından uzak insanların bu durumunu Kuran'da verdiği bir örnekle
şöyle açıklamıştır:
İşte bunlar, hidayete karşılık
sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alışverişleri bir yarar sağlamamış;
hidayeti de bulmamışlardır.
Bunların örneği, ateş yakan adamın
örneğine benzer; (ki onun ateşi) çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların
aydınlığını giderir ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.
Sağırdırlar, dilsizdirler,
kördürler. Bundan dolayı dönmezler.
Ya da (bunlar) karanlıklar, gök
gürültüsü ve şimşek(ler)le yüklü, 'gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına
tutulmuş gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle'; ölüm korkusundan
parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Oysa Allah kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
Çakan şimşek neredeyse gözlerini
kapıverecek; önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, üzerlerine karanlık
basıverince de kalakalırlar. Allah dileseydi, işitmelerini de görmelerini de
gideriverirdi. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir.
Ey insanlar, sizi ve sizden
öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki sakınasınız. (Bakara Suresi 16-21)
Allah'ın verdiği bu örnek cahiliye
karakterlerinin neden kayıptan kurtulmadıklarını çok güzel açıklamaktadır. Bu
kimseler "hidayet" yani "iman etme" imkanı varken,
"sapıklığı" dolayısıyla "imansızlığı" tercih etmişlerdir.
Belirli dünyevi hesaplar üzerine yaptıkları bu seçim onlara bir fayda
sağlamamış, mutluluğu, huzuru ve aradıkları hiçbir şeyi bulamamışlardır.
Aksine bu seçimleri onları gerçeklere ve
doğrulara karşı sağırlaştırmış, dilsizleştirmiş ve körleştirmiştir. Bu nedenle
de kayıp içerisinde oldukları halde bu sistemlerinden geri dönmezler.
Allah onların durumunu bir şimşek örneğiyle
tarif etmiştir; şimşek her çaktığında etraf bir an için aydınlanır, böylece
biraz yol alır fakat hemen ardından yine karanlığa gömülüp oldukları yerde
kalakalırlar. İşte cahiliye insanları bu çok kısa, bir anlık yol almalarına
aldanır ve bununla idare edebileceklerini sanır. Halbuki kurtuluş ancak ayette
de bildirildiği gibi Allah'a dönmek, O'na kulluk etmek ve O'nun istediği
şekilde yaşamakla mümkündür.
NEDEN MUTLU OLAMIYORLAR?
Görüldüğü gibi yaşları, meslekleri, sosyal
konumları her ne olursa olsun cahiliye toplumlarında yaşanan karakterlerin
hiçbiri mutluluk getirmemektedir. Bunun başlıca sebeplerini ise şöyle açıklamak
mümkündür:
ÇÖZÜMÜ KURAN'DA ARAMADIKLARI İÇİN
Cahiliye insanlarının yaptığı en büyük yanlış
budur; çözümü Kuran'da aramamaları... Bu kimselerin büyük çoğunluğu içerisinde
bulundukları durumun açmaz bir hal aldığını açıkça görürler. Yaşadıkları hayat
tarzının, benimsedikleri karakter yapısının umdukları sonucu vermediğini,
kendilerini tatmin etmediğini ve hatta sıkıntıya soktuğunu hayatlarının her
anında hissederler. Ancak buna çözüm olarak cahiliyenin sunduğu diğer
alternatifleri deneme yoluna giderler ki bu da onlara birşey kazandırmaz. Çünkü
cahiliye sistemlerinin temelde birbirinden hiç farkı yoktur. İnsanlar, mekanlar
ve şartlar değişir belki, ama yaşanan kaygılar, hedefler hep sabit kalır.
"Entel" karakteriyle yaşayanın da, sosyete kültürünü benimseyenin de
asıl hedefi hep dünya hayatı üzerinedir.
Oysa dünya hayatı hırsla bağlanmaya değmeyecek
kadar kısadır. Burada dünyevi anlamda kazanılan hiçbir şey baki kalmaz. Ölümle
birlikte insanlardan mutlaka uzaklaşır. Bu nedenle dünya adına atılan her adım
sıkıntılıdır.
Bir insan ancak Allah'a yöneldiği zaman huzura
kavuşur, insanlar ancak Allah ile dost olup O'nun beğendiği hayatı
yaşadıklarında bu sıkıntılardan kurtulabilirler.
Allah bir ayette bu önemli sırrı şöyle
bildirmiştir:
Bunlar, iman edenler ve kalpleri
Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca
Allah'ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 28)
Allah ile dost olan bir insan ise yol
gösterici olarak Rabbimizin
indirdiği hak kitaba kusursuzca uyar. Artık onun karakterini ve yaşam tarzını
belirleyecek tek ölçü Kuran'dır. Ve Kuran'ın Allah'ın izniyle insanları
karanlıklardan nura çıkarıcı özelliği vardır:
Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır
ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık
olanın yoluna çıkarman için sana indirdik. (İbrahim Suresi, 1)
Bu nedenle Kuran'ın kazandırdığı karakterde
sıkıntı, huzursuzluk, kaygı ve karmaşa yoktur. Mutlaka güzel bir hayat, mutlaka
dengeli bir ruh ve mutlaka güzel tavırlar vardır. Allah bu karakteri yaşayan
müminlere yaptıklarının en güzeliyle karşılık vereceğini vaat etmiştir:
Çünkü Allah, yaptıklarının en
güzeliyle karşılık verecek ve onlara Kendi fazlından artıracaktır. Allah,
dilediğini hesapsız rızıklandırır. (Nur Suresi, 38)
ALLAH'IN DEĞİL DE İNSANLARIN
HOŞNUTLUĞUNU HEDEFLEDİKLERİ İÇİN
Cahiliye insanlarının mutlu olamamalarının ve
her ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü çıkış yolu bulamamalarının bir sebebi de
Allah için yaşamak yerine insanlar için yaşamalarıdır. Bu şu demektir; bir
insan tüm doğrularını ve yanlışlarını insanların ne diyeceğine göre
belirliyorsa, onların tavırlarına göre üzülüp, onların beğenmelerine göre
seviniyorsa, onların gözünde değer kazanmaya çalışıyor ve onların yanında küçük
düşmemeye göre kendini ayarlıyorsa, bu kimse insanlar için yaşıyor demektir.
İnsanlar için yaşamak ise büyük bir zorluktur.
Çünkü her insanın beğenisi farklı ölçüler üzerine kurulmuştur. Bir insanın
çevresinde yüzlerce insan olduğu düşünülecek olursa, bunların her birini memnun
etmek için ayrı çaba harcanması gerektiği açıkça görülebilecektir. Biri yanında
hareketli bir karakter görmek isterken, bir diğeri pasif ve ağır bir insan
arayacaktır. Birinin memnun olduğu tavır bir diğerininkini tutmayacaktır. Bu
uyumsuzluklar ve ölçülerdeki farklılıkların sayısı binleri bulur. Bu durumda
"insanlar için yaşayan" kimselerin "binlerce farklı talebi
birden aynı anda" karşılaması gerekmektedir. Ancak bundan sonra, istediği
tüm insanlar kendisinden hoşnut olacak ve ancak bundan sonra ona değer
verebileceklerdir.
Allah onların bu sıkıntılarına Kuran'da şöyle
bir örnek vermiştir:
Allah (ortak koşanlar için) bir
örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok
ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu
ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar.
(Zümer Suresi, 29)
Bu noktada insana yardımcı olabilecek tek bir
yol vardır; Yüce Allah'ın sonsuz aklına ve bilgisine teslim olmak. Allah insanı
ve tüm diğer varlıkları yaratandır. İnsanın nasıl yaşadığında, neler yaptığında
mutlu olabileceğini de yine ancak Allah bilir. Ve Allah insanlar için kurtuluş
yolunu Kuran'da bildirmiştir: Yalnızca Allah'tan korkup, yalnızca O'nun
hoşnutluğunu aramak.
Allah dedi ki: "İki ilah
edinmeyin: O, ancak tek bir ilahtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden
korkun." (Nahl Suresi, 51)
Bunun aksi bir tavır sadece insanı mutsuz
etmekle kalmaz aynı zamanda da kişinin Allah'a karşı büyük bir suç işlemesine
neden olur. İnsanın Allah'ın dışında varlıkların hoşnutluğunu araması Kuran'da
"şirk koşmak" olarak ifade edilir. Şirk koşan bir insan Allah'tan
başka bir varlığı kendisine ilah edinmiş ve tüm hayatını da onun için yaşıyor
demektir. Bu insanların ahirette görecekleri karşılık ise hüsrandır. Bu nedenle
Allah insanları cehennemle ve telafi edemeyecekleri bir pişmanlıkla
karşılaşmadan evvel bu konuyu bildirerek uyarmıştır:
Andolsun, sana ve senden
öncekilere vahyolundu (ki): "Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin
boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın."
"Hayır, artık (yalnızca) Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol."
(Zümer Suresi, 65-66)
Gerçekten, Allah, Kendisi'ne şirk
koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim
Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa
Suresi, 48)
Bir başka unutulmaması gereken konu da şudur:
İnsanın dünyada iken uğruna tüm hayatını feda ettiği ve Allah'ı bırakarak
onların hoşnutluklarını kazanmayı esas aldığı tüm insanlar ahiret günü onu
yalnız bırakacaklardır. Çünkü her insan yaptıklarından tek başına sorguya
çekilecek ve kimsenin çabası bir başkasını kurtarmaya yetmeyecektir. Kuran'da
bu önemli bilgi şöyle bildirilmiştir:
Ve onların hepsi, kıyamet günü
O'na, 'yapayalnız, tek başlarına' geleceklerdir. (Meryem Suresi, 95)
Andolsun, sizi ilk defa
yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)'
bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden,
gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda
görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve
haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94)
Yalnız kalmış olmanın korku ve telaşını tadan
insanlar o gün, dünyada iken en yakınım dedikleri insanları, çocuklarını,
eşlerini, dostlarını sırf cehennem azabından kurtulabilmek için fidye olarak
teklif edeceklerdir. Ancak bu talepleri kabul görmeyecektir. Ayetlerde bu durum
şöyle haber verilir:
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın
dost bir yakın dostu sormaz. Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir
suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak
vermek ister; Kendi eşini ve kardeşini. Ve onu barındıran aşiretini de;
Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa. Hayır; (hiçbiri
kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir...
(Mearic Suresi, 10-15)
Kuran'da verilen tüm bu bilgilerin ışığında
insanların hoşnutluğu üzerine kurulan bir hayatın sadece dünyada mutsuzluk
getirmekle kalmayacağı, aynı zamanda ahirette de insanı kayba uğratacağı
görülmektedir. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise çok açıktır; Allah'a teslim
olup sadece O'nun hoşnutluğunu arayarak yaşamak.
DÜNYANIN BİR İMTİHAN YERİ
OLDUĞUNU UNUTTUKLARI İÇİN
Cahiliye karakteri taşıyan insanların mutlu
olamamalarının bir sebebi de neredeyse hepsinin dünyada bulunuş amaçlarını
unutmuş olmasıdır. İnsan denenmek için yaratılmıştır. Allah'ı ve O'nun aklını,
gücünü, sanatını ve tüm diğer üstün sıfatlarını takdir edebilecek mi, yoksa
bunları ve yaratılış amacını unutup dünya hayatına kapılacak mı diye
denenmektedir. Allah hayatın bu gerçeğini şöyle bildirmektedir:
O, amel (davranış ve eylem)
bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve
hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Allah bu doğrultuda insana sınırlı bir ömür
süresi vermiştir. Aklı ermeye başladığı andan itibaren artık düşündüğü, yaptığı
ve amaçladığı herşeyden sorumludur. İçinde kendisine her an doğru olanı
bildiren vicdanına ait bir ses vardır. Her insan vicdanının kendisine söylediği
sözlere uyup uymadığından ahirette sorguya çekilecektir. Çünkü vicdan doğruyu
söylediği halde ona uymayan insan nefsinin isteklerine uymuş olur. Nefis ise
insana daima kötü olanı emreder. İşte insan, içinde sürekli olarak bir imtihana
tabi tutulur; ya nefsinden yana ya da vicdanından yana hareket edecektir.
Bu imtihan, hayatının her anında devam eder.
Okulda, işte, evde, sokakta, yalnızken ya da kalabalıkta, hasta iken de
sağlıklı iken de, dünyanın bir diğer ucuna gitse orada da yine denenmeye devam
edilecektir. İstisna oluşturabilecek tek bir an dahi yoktur. Söylediği her söz,
yaptığı her tavır ve düşündüğü herşey ahirette karşısına çıkarılacaktır.
İyilikten ya da kötülükten yana yaptığı herşey mutlaka karşılık görecek, hiçbir
şey karşılıksız kalmayacak ve sonuç olarak herkes hak ettiği yere sevk edilecektir.
İnsanın dünyada olup biten her olayın bir
deneme olarak yaratıldığını unutması, tevekkülsüz bir tavır göstermesine neden
olur. Cahiliye toplumunda sık sık duyulan "neden böyle oldu, keşke böyle
olmasaydı" "işler yolunda gitmiyor", "mahvolduk",
"bütün işler ters gidiyor", "şöyle yapmasaydım böyle
olmazdı" ve bunlara benzer pek çok şikayetçi ifadenin altında yatan çarpık
ahlak anlayışı işte yine bu tevekkülsüzlüktür.
Tevekkülsüzlüğün kesin sonucu ise sıkıntı ve
mutsuzluktur. Hikmetini düşünmedikleri için aleyhlerinde gibi görünen en ufak
bir durumla karşılaştıklarında hemen şikayet etmeye başlarlar. Bunun sonucunda
da sürekli olarak huzursuz, mutsuz ve sıkıntılı bir hayat yaşarlar. Oysa
insanın üzerine düşen, Allah'ın kendisi için yarattığı her andan razı
olmasıdır. Ters gidiyor gibi görünen olaylar meydana gelse de, güzel ahlakta ve
Allah'a sadakatte kararlı davranmasıdır. En önemlisi yaratılış amacının zaten
tüm bunlarla denenmek olduğunu unutmamalıdır. Kuran'da emredilen güzel ahlakı
yaşayan kimseler, bu tür olaylarda gösterecekleri sabrın ahirette kendilerine
bir güzellik olarak döneceğini bilmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşarlar.
SONSÖZ:
KURAN AHLAKINI YAŞAMAYA DAVET
Kitabın başından bu yana cahiliye
toplumlarında hakim olan belli başlı insan karakterleri incelendi ve bu
karakterleri üzerlerinde barındıran kişilerin istisnasız hepsinin de büyük bir "sıkıntı" ve "kayıp" içerisinde oldukları
ortaya kondu. Ayrıca bu karakterlerden tek bir tanesinin bile dengeli ve
huzurlu bir kişilik geliştiremediği, yaşadığı hayattan gerçek anlamda mutlu
olamadığı görüldü.
Tüm bu karakterleri detaylıca incelemekteki
amaç ise, cahiliye sisteminin oluşturduğu her fikrin, her yaşantının mutlaka "açmazda" olduğunu somut
örneklerle gözler önüne sermektir. Çünkü müminler, Kuran'da açıklanan bu önemli
gerçeği, "bilmeyenlere"
bildirmekle ve onları vakit varken doğru olana çağırmakla sorumludurlar.
Şunu önemle belirtmek gerekir ki, tüm insanlar
için tek çözüm, cahiliye sisteminden tamamen sıyrılıp, Kuran'da bildirilen mümin ahlakını yaşamaktır. Ancak o
zaman Allah onlara olan nimetlerini artıracak ve mutluluğun yolunu açacaktır.
Çünkü insanı yaratan Allah onun yaşayabileceği en ideal hayatı, herşeyden en
çok zevki alabileceği sistemi ve mutluluğun yolunu yine Kuran'da bildirmiştir.
Unutmamak gerekir ki, tüm bu güzelliklerin
kapısı istisnasız her insan için sonuna kadar açıktır. İnsanın önünde her an bu
nimetleri yakalamak için bir fırsat vardır. Bunun için ne büyük fedakarlıklarda
bulunmak, ne günlerce çalışıp yorulmak, ne de herhangi zor bir engeli aşmak
gerekir. İnsanın sadece samimi olmaya ve Allah'a sığınmaya niyet etmesi, bu
kapının açılması için yeterlidir. Bu ise çok kısa sürede gerçekleşebilecek bir
karardır.
Bu nedenle cahiliyenin tüm bu çarpık
karakterlerinden kurtulmak isteyen kişi bilmelidir ki bu çok kolaydır. İnsanın
bu satırları okurken dahi tek bir niyetle Allah'ın rahmetini ve cennetini
kazandıracak bir karakter kazanması mümkündür. Çünkü Allah her insanı duymakta
ve kalbinden geçenleri bilmektedir; ona şah damarından daha yakındır. İnsan
niyetini değiştirdiğinde Allah bunu o an bilir ve dilerse o kişinin üzerindeki
nimetini değiştirip güzelliklerini artırır.
Allah samimi olarak tevbe etmeyle ilgili
olarak bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
Ancak tevbe eden, iman eden ve
salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah
iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Furkan Suresi,
70)
İşte bu kitap, bu fırsatı kaçırmadan, vakit
varken cahiliye sisteminin sunduğu tüm zararlardan kurtulmak, müminlere vaat
edilen nimetlere kavuşmak ve en önemlisi Allah'ın rızasını kazanabilmek için
cahiliye ahlakını terk edip mümin
karakterini yaşamaya bir davettir.
DARWİNİZM’İN ÇÖKÜŞÜ
Darwinizm, yani evrim teorisi, yaratılış
gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı
bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen
oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir düzen
bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah'ın
tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da
kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında
yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına,
bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara
dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir.
Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır
bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle
1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış
olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile
getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı
alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in geçersizliğini görmekte,
canlıların kökenini artık yaratılış gerçeğiyle açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın
delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve
almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da
özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar
uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı.
Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in
1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni
adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini
Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin'e göre, tüm
türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle
farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi, hiçbir somut bilimsel
bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık
yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki "Teorinin Zorlukları"
başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında
açık veriyordu.
Darwin, teorisinin önündeki zorlukların
gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini
umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in
umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız
bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim karşısındaki yenilgisi, üç
temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl
ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü "evrim
mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu
gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin
öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları
ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan
yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden
geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca
kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim
gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin
açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim
sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk
hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir
doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir
tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak
meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler
sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel
biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan Gelir"
Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan
hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok
basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ'dan beri inanılan
"spontane jenerasyon" adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen
biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde
böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir
düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir
paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan
farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız
maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra
anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar,
sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin
Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden
oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş
yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı
kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda
vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız
maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe
gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin
of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur'ün
bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin
karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği
iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan
ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda
ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana
gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla
sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
"Maalesef
hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York,
Dover Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin'in yolunu izleyen evrimciler, hayatın
kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin
en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi.
Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney
düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin
yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda
evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve
deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu,
ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New
Evidence on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the
American Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller'in
kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.
(Stanley Miller, Molecular Evolution of Life: Current Status of the Prebiotic
Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20.
yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San
Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan
bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün,
20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz
en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?
(Jeffrey Bada, Earth, Şubat 1998, s. 40)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu
denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı
yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı
hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır.
Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler
biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken
şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel
yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500
aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950'de 1'dir. Ancak matematikte
1050'de 1'den küçük olasılıklar pratik olarak "imkansız" sayılır.
Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise,
inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda
dökülmeye kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane
oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır:
DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile
eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA'daki bilgiler doğrultusunda
gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi
için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden
oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California
Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu
gerçeği şöyle itiraf eder:
Son
derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve
DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede
ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün
değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla
mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The
Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya
çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde
"yaratıldığını" kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali Mekanizmaları
Darwin'in teorisini geçersiz kılan ikinci
büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki
kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış
olmasıdır. Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal
seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem,
kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin
Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir.
Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların
hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından
tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta
kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama
elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne,
örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması
hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve
Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz"
demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin,
The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University
Press, 1964, s. 189)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı değişiklikler"
nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu
soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan
Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri
fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler
sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu.
Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların
yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek
bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia
etmişti. (Charles Darwin, The Origin of
Species: A Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s.
184)
Ama Mendel'in keşfettiği ve 20.yüzyılda
gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin
sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal
seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma
olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar
Darwinistler ise bu duruma bir çözüm
bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik Teori"yi ya
da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal
seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi" olarak mutasyonları,
yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları
sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına
geçerliliğini koruyan model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan
milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi
sayısız kompleks organlarının "mutasyonlara", yani genetik
bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama
teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara
zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks
bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki
ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar
küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi
ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme
meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir
organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır
ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G.
Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani
genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların
zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin "evrim
mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece
tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık
görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma "evrim
mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul ettiği gibi,
"tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere doğada hiçbir
"evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması
olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun
yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır.
Evrim teorisine göre bütün canlılar
birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir
diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre
bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe
kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci
içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık özelliklerini
taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı
balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini
taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya
çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik,
kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları
bu teorik yaratıklara "ara-geçiş
formu" adını verirler.
Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte
yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca
olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında
rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin
Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer
teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)
Darwin'in Yıkılan Umutları
Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın
dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş
formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen
bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde
birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek
W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz
şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar
seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle
gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager,
"The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British
Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri,
aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya
çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı
türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı
türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz
olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu
gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış
ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır.
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci
sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek
meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları
gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983.
s. 197)
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz
ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in
sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini savunanların en çok gündeme
getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün
yaşayan modern insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5
milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları
arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle
hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1-
Australopithecus
2- Homo
habilis
3- Homo
erectus
4- Homo
sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu
atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus" ismini verirler. Bu canlılar gerçekte
soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman
ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin
Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar,
bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve
insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New York: Toplinger
Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The Place of
Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature, c. 258,
s. 389)
Evrimciler insan evriminin bir sonraki
safhasını da, "homo" yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre
homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir.
Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir
evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı
sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim
teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir
gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr",
Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus
> Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens" sıralamasını
yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini
verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo
habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde
yaşadıklarını göstermektedir. (Alan
Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1.
baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai
Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo erectus sınıflamasına ait
insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens
neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan) ile aynı ortamda yan
yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım
1996)
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin
ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard
Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci
olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer
birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi
varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri
diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel
bir gelişme trendi göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85,
1976, s. 30)
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer
alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan" canlıların
çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın
evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle
Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en
ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına
rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı
sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir "bilim
skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim
dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur.
Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani somut verilere
dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji
bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en
"bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı
his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de "insanın
evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif
gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara
-yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına-
girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu
görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı
yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The
Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine
körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir
biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik
delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip
olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle
özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu
iddia eder. Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya
gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde
diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın
yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya
getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse
geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir
"deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek
sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin Formülü"
adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine
canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum
gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan
ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu
varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar amino asit,
istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10-950
olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem
versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin
başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan
oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene
sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi
şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun.
Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı
çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri,
papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri,
muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini
oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların
tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz
atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar
vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron
mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen
profesörleri oluşturamazlar. Madde,
ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur. Bunun aksini iddia eden
evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya
attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu
gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki Teknoloji
Evrim teorisinin kesinlikle açıklama
getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl
görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde
retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik
sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen
küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra
beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi
düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi
kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi
denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız
kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl
bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir
görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği
sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize
bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın.
Şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu
görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın
bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi
veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun
için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve
tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda
elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu
göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa
siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu
TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu
bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu
görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık,
ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve
kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü
kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü
oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri
size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya
geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz?
Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir
görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü
görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de
geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp
orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç
kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek
beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma
merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani
beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar
gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler
beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini
dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda
hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir
sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle
teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır
sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet,
sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm
teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın
oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi
şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka
sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik
setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak
insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur.
Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya
parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum,
insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir
görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı
olamamıştır.
Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların
ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime
Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı
seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan
gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya
biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay
okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde
rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his
olarak algılayan kimdir? Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm
bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ
tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden
ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap
verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh,
görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların
da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın,
beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç
boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan
korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar incelediklerimiz, evrim
teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu
göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır,
öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve
fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu
durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara
atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek
çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla
bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini
"bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki
neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı
çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur.
Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm'i de
doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard
Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci
olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı" olduğunu
şöyle itiraf etmektedir:
Bizim
materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru
varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye
zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan
'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren
araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru
olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.
(Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of
Books, 9 Ocak 1997, s. 28)
Bu sözler, Darwinizm'in, materyalist felsefeye
bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma,
maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız,
bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı
türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin,
ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki
etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden
oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendi deyimleriyle "İlahi bir açıklamanın
sahneye girmemesi" için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı
ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği göreceklerdir: Tüm canlılar, üstün
bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm
evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp
şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili
Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, ön
yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece aklını ve
mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, evrim teorisine
inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu, molekülü, cansız maddeyi
dolduran ve bunların karışımından zaman içinde düşünen, akleden, buluşlar yapan
profesörlerin, üniversite öğrencilerinin, Einstein, Hubble gibi bilim
adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi sanatçıların, bunun yanı sıra
ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin çıkacağına inanmaktadırlar.
Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları, profesörler, kültürlü,
eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için "dünya tarihinin en
büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak yerinde olacaktır. Çünkü,
dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından alan, akıl ve mantıkla
düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki bir perde çekip çok açık
olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç veya iddia daha yoktur.
Bu, qAfrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının Güneş'e tapmasından,
Hz. İbrahim'in kavminin elleri ile yaptıkları putlara, Hz. Musa'nın kavminin
altından yaptıkları buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir
körlüktür. Gerçekte bu durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir
akılsızlıktır. Allah, bazı insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri
görmekten aciz duruma düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu
ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri uyarsan
da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların kalplerini
ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük
azap onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
…Kalpleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah Hicr Suresi'nde ise, bu insanların
mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini şöyle
bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden bir
kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz döndürüldü,
belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir kitlenin üzerinde bu
büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak tutulmaları ve 150
yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle anlatılamayacak kadar hayret
verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç insanın imkansız senaryolara,
saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara inanmaları anlaşılabilir. Ancak
dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz ve cansız atomların ani bir
kararla biraraya gelip; olağanüstü bir organizasyon, disiplin, akıl ve şuur
gösterip kusursuz bir sistemle işleyen evreni, canlılık için uygun olan her
türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini ve sayısız kompleks sistemle
donatılmış canlıları meydana getirdiğine inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur. Nitekim, Allah
Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları
büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa ve Firavun arasında geçen bir
olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa, Firavun'a hak dini anlattığında,
Firavun Hz. Musa'ya, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların
toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa, büyücülerle
karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder.
Bu olayın anlatıldığı ayet şöyledir:
(Musa:) "Siz atın" dedi.
(Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları dehşete
düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi, 116)
Görüldüğü gibi Firavun'un büyücüleri
yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa ve ona inananlar dışında-
insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların attıklarına karşılık
Hz. Musa'nın ortaya koyduğu delil, onların bu büyüsünü, Kuran'daki ifadeyle
"uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı
fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o
bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu,
onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve
küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de bildirildiği gibi, daha önce
insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin yaptıklarının bir sahtekarlık
olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de
bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı altında son derece saçma iddialara
inanan ve bunları savunmaya hayatlarını adayanlar, eğer bu iddialardan
vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa çıktığında ve "büyü
bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir. Nitekim yaklaşık 60 yaşına kadar
evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan, ancak daha sonra gerçekleri gören
Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın gelecekte düşeceği durumu şöyle
açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı
alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri
olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir
saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The
End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.43)
Bu gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın
bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah olamayacaklarını
anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en
şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla
dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Artık
evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu aldatmacaya nasıl
kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
... Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi
olansın. (Bakara Suresi, 32)
ARKA KAPAK
Kuran'ı, insanları yaratan, onların tek
hakimi ve tek sahibi olan Allah indirmiştir. Dolayısıyla insanın bilmediklerini
öğrenebilmesi ve içerisinde bulunduğu cahillikten kurtulup bilinçlenebilmesi de
ancak Kuran'da bildirilen din ahlakını yaşamasıyla mümkündür. Bu önemli gerçeği
göz ardı ederek din ahlakından uzak yaşayan kimseler ise "cahil" bir
toplum oluştururlar. Ancak bu cahillik, bu kimselerin Yaratıcımız olan Allah'ı
tanımamaları, O'nun kudretini gereği gibi takdir edememeleri, O'nun
kendilerinden neler beklediğini, O'nun istediği ahlak ve kişilik yapısının
nasıl olması gerektiğini bilmemelerinden kaynaklanan bir cahillik çeşitidir.
Bu köklü cehalet onların yaşam
tarzlarından kişilik yapılarına kadar hayatlarının her anında olumsuz
etkilerini gösterir.
İşte bu kitabın amacı da, cahiliye
toplumunun ürettiği yaşam tarzları ve karakterlerinden belli başlı örnekleri
inceleyerek, bu sistemin, kesin olarak "açmazda" olduğunu ortaya koymaktır.
Ayrıca cahiliye toplumunu oluşturan insanların, yaşadıkları klasik
karakterlerle aradıkları huzur ve mutluluğa hiçbir şekilde ulaşamadıklarını
göstermektir. Bunun yanısıra Kuran'da bildirilen mümin karakteri de tanıtılarak
cahiliye toplumundaki insan karakterleri ile farkı ortaya konmaktadır.
YAZAR HAKKINDA: Harun Yahya müstear
ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. 1980'li yıllardan bu
yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı
sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve
Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok
önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm çalışmalarındaki ortak
hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle insanları Allah'ın
varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde düşünmeye sevk
etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın uygulamalarını gözler
önüne sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 60 ayrı dile çevrilen yaklaşık
300 eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip
edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı, -Allah'ın
izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa,
doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.